1 +7. AFSAD SEMPOZYUMU OTUZ YILLIK BİR ISRAR: FİKİR VE FOTOĞRAF
Özcan YURDALAN

Bakın şu başımıza gelene ki, fotoğraf icat olalı beri tek bir gün boş geçmedi. Her insan hali, her toplumsal durum, tarihe mal edilmeden önce fotoğrafa kaydedildi. Ezkaza tarihin sayfalarına fotoğrafsız girebilmeyi başaranların üstünde şüphe bulutları peydahlandı. Fotoğraflı olanlar ise neredeyse kesin kanıt sayılan inandırıcı halleriyle toplumsal hafızada kayda geçti.
Tarihteki olayları gösteren o fotoğraflara, yıllar sonra ve kilometrelerce uzaktayken bakanlar bile, doğrudan tanık olabilecekleri kanlı canlı bir olay gördüler karşılarında. Fotoğrafçı marifetiyle yeniden üretilmiş gerçeklik, kesin bir kanıt olarak sunulmuştu. Öyle bakıldı. Olayın kendisinin yerine fotoğrafı geçti, görüntü gerçeğe eş tutuldu. Fotoğrafta görünenlerin gerçeğin kanıtı değil sıradan bir tanıklığın, yani fotoğrafçının tanıklığının kanıtı olduğu biraz da kasıtla ihmal edildi. Sadece bireysel algıda değil kamusal alanda da aynı etki doğdu. Fotoğraf, hele belgesel yaftasına sahip olanıyla kurulan ilişki, neredeyse huşu içinde bir tören havasında gerçekleşmeye başladı. Belgesel fotoğraf kimi zaman hafızanın kendisi, kimi zaman uyaranı durumuna geldi.
Ne var ki devran döndü, "tarihsel belgeler" diye ortalığa saçılan fotoğraflar giderek popüler imgelere dönüştü. İster eski, ister yeni üretilmiş olsun, her fotoğraf çekildiği andan itibaren geçmişe ait olduğu için, tarihin fotoğraf üstünden tüketimi hızlandı. "Başkasının acısına bakmak" sıradanlaştı, ahlaki referans kabul edilmeleri bir yana, ibret bile alınmaz oldular. Öte yandan, biçare hayatlarımız da fotoğraftan nasiplendi. Varlığımızı kanıtlamanın tek yolu fotoğraflanmaktı artık. Fotoğraflanabildiğimiz kadar var olduğumuz söylendi. Geldik bugüne.
Tarihte olup bitenlerin, fotoğraf desteğiyle inandırıcılık kazanması için gösterilen gayrette bir azalma olmadı. Bilindiği gibi fotoğraf bir bilgiyi, haberi, tanıklığı taşıyabilir ancak, bunların güvenilir olması ayrı bir konudur ve çeşitli etkenlere bağlıdır. Fotoğrafın bir tanıklığın kanıtı olarak taşıdığı fikirle birlikte dolaşıma girmesi, onu üretenin olduğu kadar yayınlayanın ve dağıtanın da ideolojisiyle şekillenir. Bu yüzden zaten günümüz dünya fotoğrafında (doğuda ve batıda) belgesel-röportaj-haber fotoğrafına dair konu açıldığında biraz eski bir mevzu olsa bile" sorumluluk taşıyan fotoğrafçı" kavramı ile birlikte "güvenilir fotoğrafçının nitelikleri de gündeme geliyor. Bu söylediklerim kameranın arkasında olup bitenlerle ilgili, ya ön tarafta durum nasıl?
Bu konularda akıl fikir yürütenler diyorlar ki günümüz insanı varlığını ancak görünür olmakla mümkün kılıyor ve var olduğunu fotoğraf aracılığıyla kanıtlayabiliyor. Sadece bireyler için değil, her türlü toplumsal yapı, parti, birlik, etkinlik, tören, legal, illegal örgüt, fotoğrafsız varoluşu, varoluş saymadıklarından, kameralar karşısında poz vermek için özel gayret gösteriyorlar ve her pozu özenerek takınıyorlar.
Ne kadar fotoğraflandıysak o kadar varız. Fotoğrafı çekilmeye değer görülmek, kişiliğimizin ve yaşadığımız o anın ne kadar değerli olduğunun tescil edilmesidir bir yerde. Fotoğrafçı özne ile fotoğrafın öznesi, görüntüde buluşur. Ortaya çıkan görüntü hem çeken hem çekilen açısından bir tür kıymet biçmedir. Çeken, çekmeye değer bulduğu, çekilen ise değerli bulunduğu için önce birbiriyle sonra ötekilerle ilişki kurarlar. Bu ilişki, belgesel fotoğrafın temelindeki varlık nedenlerinden biridir. Fotoğrafla belgelemek, aynı zamanda değer biçmektir. Fotoğrafçının kendisine vehmettiği payeyle giriştiği iddialı bir iştir. Belki göle maya çalmak, belki açgözlü bir saldırganlık, arsızlık…
Yeryüzünde fotoğrafa maruz bırakılmamış kaç kişi kaldı dersiniz? Hâlâ fotoğraf çekmemiş insan bulmak mümkün belki ama, fotoğrafı çekilmeyen kaç kişi vardır ki? Hepimiz çekiyoruz, hepimiz çektiriyoruz.
Fotoğraf makinesi bedenimizin doğal bir uzantısı, fotografik görüntü ise insani fonksiyonların sıradan bir çıktısı durumunda. Her şeyin fotoğrafı çekiliyor. Hatıra pozları ki en masum, en yalın ve en mükemmel fotoğraf kareleridir, giderek daha fazla sayıda üretiliyor. Batıda stüdyoların ve stüdyo fotoğrafçılığının yükselişe geçtiği, fotoğrafçı karşısında poz vermenin törensel hazzının yeniden hatırlandığı biliniyor. Yerli yersiz, münasebetli münasebetsiz çekilip bırakılıyoruz, çekilip bırakılıyoruz. Bırakıldığımız yer yeniden canlanan aile albümleri ama yetmiyor. Başkalarına da gösterilmemiz, görüntüler aracılığıyla görünmemiz gerekiyor.
Fotoğrafa kaydedilmek yetmiyor yani. Ne aile albümleri, ne kişisel bilgisayar ekranları kesmiyor. Görüntü, görüntümüz, hiç değilse sanal âlemlerde dolaşıma girmeden olmuyor. İnsanlık hallerini gösteren, duyguların tezahürlerini yansıtan suretimiz, ne sıklıkta ve hangi yaygınlıkta dolaşıma girdiyse o kadar yaşadığımıza hükmediliyor.
"Görünür olmak zamanlan"ndan geçiyoruz. Görünür olmanın yolu da hâlâ hareketli görüntüden çok fotoğraftan geçiyor. Çünkü fotoğraf sadece görünür değil, "kalıcı olan bir gerçek" kılıyor insanı. Hem görünür, hem gerçek, aynı zamanda gerçeğin kanıtlanmış hali. Bir nevi, tek taşla kuş katliamı.
Fotoğraf çektirmek varoluşun kanıtıysa eğer fotoğraf çekmek neyin nesi diye geliyor insanın aklına. "Var etmenin aracıdır," desek olur mu? Yaratmanın yani. Yaratan olmanın vesilesi. Fotoğraf çektiren her kimse, var olmak, varlığını kendisine ve ötekine ispatlamak, var kalmak için çektiriyorsa, fotoğraf çeken de bunları yerine getirendir. Yapan, yeniden yaratan. Bu kadarla kalsa iyi. Bir de belgelemek var işin içinde. Belgeleyerek şahadet etmek ve geleceğe bırakmak nasıl yabana atılabilir. Gelip geçici bir hâli veya bir ölümlüyü yeniden yaratmaktan öteye gider bu işin sonu. Fotoğraf çekmek yarattığını ölümsüzleştirmektir. Hey yüce fotoğraf nelere kadirsin sen, ya fotoğrafçı?
Bu söylediklerime kulak asacak olursak eğer, fotoğraf çekmek kadar fotoğraf çektirmenin de alabildiğine yaygınlaştığı, sıradanlaştığı günümüzde, içgüdüsel dürtülerle ve metaforik ölümsüzlüğü elde etmek için fotoğraf çektiriyor, sonsuz yaratıcılığa erişmek için de fotoğraf çekiyoruz. Fotoğrafçıların bu meşum emellerine ulaşmakta araç olarak kullandığı "sanatsal özgürlük ve sanatçı mertebesinin dokunulmaz yüceliği" işi hayli kolaylaştırmaktadır malum. Ya belgeselciler için ne demeli? Onlar ne haldedir, muratları nedir? Fikir ile fotoğraf belki bu yüzden kamusal alanda daha sık bir araya gelmeli.
Afsad'ın 1+7. Sempozyumu, "Belgesel Fotoğrafçılar Buluşması" eğer işlevini gerçekleştirirse durum nedir, biz kimiz, ne yapıyoruz sorularına verilecek hakiki cevapların da biraz olsun yolu açılır umarım.
İster belgesel olsun isterse bir başka şey fark etmez, fotoğraf denilen iki boyutlu düzlem bir temsiliyetler dünyası kurar; görülebilen gerçekliğin fotoğrafçı tarafından anlaşıldığı kadarını gösteren simgeler âlemine aittir; fotoğraf insanları ise kendi yarattıkları kapalı bir dünyada yaşamaktan muzdariptir. Gerçi bu kapalılık sadece fotoğrafa özgü değil. İçine doğduğumuz kültür, her alanda kapalılıklar toplumunu yaratmış. Kapalı ve bu halini kıskançlıkla koruma gayretinde bir toplum. Tersini öne sürmek benim için zor. Bu kapalılık sadece aynı sınırlar içinde ömür geçiren insanların başka kültürlere, yabancı ülkelere, sınır komşularına ruhsal ve zihinsel uzaklığıyla ilgili değil. Daha yakıcı olan şu ki, aynı toplumun içindeki küçük yapılanmalar da kendisine benzeyen ya da benzemeyen ötekilere kapalı duruyor. Fotoğraf çevremizden söz kuracak olursak, bu kadar yaygın örgütlenmesi olan derneklerin bile yeterince geçirgen olduğunu, ortaklaştığını ve birlikte davranabildiğini söyleyemeyiz. Aynı çevrede var olan, profesyonel ve akademik yapılar ise biriktirilmiş deney ve bilgiden istifade etmekten uzak dururlar. Bilgi, fikir, deney her neyse üretildiği yerde kalır, o da belli bir süre için, o kadar uzun boylu değil yani. Herkes bilir, bilmeyen de hisseder ki, paylaşılarak çoğaltılmadığı sürece biriktirmek anlamsızdır.
Zaten memlekette fotoğraf anlam arayışından uzaklaşalı çok oldu. Yaygın uygulandığı alanlarda fikirle ilişkisini kopardı. Belki ihtiyaç da kalmadı. Malum kalıplara uygun görüntüler üretmek, biçimi her şeyin önüne koymak, tüketim toplumunun cehenneminde kavrulan ruhlara, bulabildikleri boş vakitlerde az da olsa bir ferahlık vererek mutluluk sağlıyorsa fazlasını istemek niye. Bırakalım teker bildiği gibi dönsün. Kendi içlerine kapalı gruplar, sağladıkları "aidiyet" duygusuyla üyelerine huzur versin, tanımladıkları "öteki “sayesinde enerji biriktirsin. Ancak bazıları var ki tekere çomak sokmaktan hiç vazgeçmiyorlar, ister küçük gruplar olsun ister o grupların oluşturduğu ülkeler, toplumlar, fark etmez, kendi içine kapalı her yapının kendinden menkul değerler ürettiği, bu sayede muktedirler tarafından nasıl isteniyorsa öyle yönetildiği malum. Bu gidişi değiştirmek isteyenler bazen altında kalsalar da tekerle uğraşmayı sürdürüyorlar.
Fotoğrafın doğasından olsa gerek, açıklığa, sınır tanımazlığa, değişmeye, sorgulamaya, itiraza, meyyal olduğu söylenir. Umarım öyledir, değilse de öyle yapılabilir. Tanık olmak, bir tanıklığı toplumsal değişimin aracı kılmak, zamana karşı kalınlaştırmak, öteye, ötekine iletmek fotoğrafın hasletlerinden biri. Galiba bu yüzden fikirle birlikteliğini daha organik inşa etmeli. Afsad, 1+7. sini düzenlediği ve her birinin tam metin kitaplarını yayınladığı sempozyumlarla otuz yıldır bu konuya işaret ediyor. Fikir ile fotoğrafın ilişkisine.
İster beğenelim ister beğenmeyelim, Türkiye'de fotoğraf ortamında dernekler var, etkililer ve temsil ediyorlar. Belki bilim çevrelerinin, yayın organlarının, profesyonel yapıların örgütlemesi gereken, fikir ile pratiği buluşturan sempozyum türünden platformların derneklere, derneklerden AFSAD'a kalmış olması hem doğal hem manidar. Belki de bu kuruluşun mayasında bulunan "fotoğrafın toplumsal işlevini sorgulama", "fotoğrafçının tanıklığı olarak görüntünün etkisini araştırma", "tanımlanmış yaşam alanlarında dayatılmış olana rıza göstermeme", "toplumsal yapıya müdahale etme ve verili koşulları değiştirme" arzusu, otuz yıllık bu ısrarın nedenlerinden biridir.
Afsad'ın kuruluşundan bir yıl sonra, 1978 yılında düzenlediği "Türkiye'de Fotoğraf Sanatının Toplumsal İşlevi" başlıklı ve adına "dönemin dili gereği "tartışmalı toplantı" denilen ilk sempozyumdan sonra bu 7. etkinlik umarım yeni fikirlerin ve uygulamaların kapısını açar hepimize.

AFSAD Başkanı Gökhan DEMİRER'in Konuşması

Değerli misafirler,
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği AFSAD'ın Belgesel Fotoğraf Buluşması olarak gerçekleştirdiği 7. Fotoğraf Sempozyumu'na hoş geldiniz.
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği AFSAD olarak, belgesel fotoğrafa dikkat çekmek, belgesel fotoğrafın aslında ne olduğunu, belgesel fotoğraf adına bugün ülkemizde ve dünyada neler yapıldığını ve yapılabileceğini konuşmak ve anlamak üzere 7. Fotoğraf Sempozyumumuz bir "Belgesel Fotoğraf Buluşması “olsun istedik.
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği AFSAD bundan otuz yıl önce kurulduktan hemen sonra kurucularımız, yerinde bir kararla “fotoğraf sanatının toplumsal işlevini tartışmaya açmışlardı. 0 zaman ülkemizde fotoğrafın henüz akademik olarak öğretilmediği dikkate alınırsa, AFSAD gibi fotoğraf derneklerinin, "hafta sonu fotoğrafçılığı" yapan hobi kurumları olmadıkları ve Türkiye fotoğrafı adına ne denli ağır bir yükü omuzlayıp bu güne taşıdıkları daha iyi anlaşılır.
işte bu sempozyumda da fotoğraf çekmeye biraz ara verip soluklanacak ve üç gün boyunca fotoğrafı konuşacak ve düşüneceğiz.
İcadından bu yana fotoğraf başlıca iki tartışmanın konusu olmuştur. Bu tartışmaların biri fotoğrafın sanat olup olmadığı meselesi, diğeri de fotoğrafın yalan söyleyip söylemediğidir. Fotoğrafın pek çok farklı uygulaması olduğu gibi, fotoğrafın icadından itibaren bir kişisel ifade biçimi, sanatsal bir araç olarak da kullanılageldiği bir gerçektir. Fotoğrafın yalan söyleyip söylemediği hususu ise, fotoğrafın en saf saptayıcı halinde bile, tekniğinden ileri gelen bazı özelliklere ama her şeyden önce fotoğraf makinesini kullanan insanın niyetine bağlıdır. Esas itibariyle, her bir fotoğraf karesi fotoğrafı çeken veya yapanın öznel bir seçimidir. Bugün fotoğrafçılıkta hızlı bir dijital devrim yaşanıyor. Dijital teknolojinin fotoğrafa hakim oluşu,
fotoğrafik görüntüde manüplasyonların daha kolay hale gelmesi, fotoğraf ve gerçeklik tartışmasını daha da alevlendirmiş görünüyor. Ama hiç şüphe yok ki fotoğrafın ruhu yerli yerinde duruyor. Asıl olan biz fotoğrafçılarız; fotoğraflarımız ile söylemek istediğimizi dün olduğu gibi bu gün de söylemeye hem de daha geniş teknolojik imkanlarla devam ediyoruz ve edeceğiz.
Fotoğrafın sanat olup olmadığı meselesi varsın, geçmiş bitimsiz tartışmalarda kalsın. Fotoğraf hem sanattır, hem belgedir; ama temelde, belgeden ve sanattan öte bir araçtır. Bugünün kavramsal sanatında, yerleştirmelerde, performanslarda alabildiğine yer bulması da bundandır.
Günümüzde sanatsal gerçekçililik, elli yılı aşan bir sürecin sonunda artık salt "sanatsal" olandan ziyade "toplumsal" olanın biçimlendirdiği bir mecrada akıyor. Artık, sanatta salt biçim renk doku, grafik düzen kaygılarının çevrelediği dar bir estetik biçim kaygısı değil, yoğun bir eleştirelliği barındıran işlerin giderek daha baskın ve dolaşımda olduğunu görüyoruz. Günümüzde sanat yapıtının salt estetiği değil, yoğun olarak, eleştirel içeriği de tartışılıyor. Çağdaş sanat artık sakınmadan, güncel ideolojik ve politik mesaj veren bir platform. Tabii bu güncel platformun geçmişte farklı dönemlerde farklı coğrafyalarda totaliter iktidarların hizmetkar olarak kurguladığı propaganda sanatından çok farklı olduğunu da belirtmek gerek. Bu platformda, çağdaş sanatçılar, barıştan, çevreden, özgürlükten, adaletten yana, insani olmayana karşı muhalif bir rol üstleniyorlar.
içinde yaşadığımız vahşi hoyratlıkta yitirdiğimiz Pippa Bacca sanatın fildişi kulesini terkedip canı pahasına bir barış performansı sergiledi. İşte savaş alanlarında ve dünyanın, ülkelerin, şehirlerin netameli ortamlarında yaptıkları çalışmalar ile bir toplumsal farkındalık yaratan belgesel fotoğrafçılar da, içlerinde büyüttükleri insani kaygılar ile fildişi kuleleri terkedenlerdir. Onlar günümüzün görsel tarihini yazanlardır.
Yeri gelmişken, özellikle ülkemiz fotoğraf çevrelerindeki bir yanlış yargıya dikkat çekmek isterim. Belgesel ile sanat fotoğrafının birbiriyle ilişkisiz oldukları sanısı. Ünlü ünsüz pek çok fotoğrafçımızda mevcut bu sanıya karşı da, usta belgeselcilerin çalışmalarını örnek ve salık vermek isterim.
Ayrıca bugün gün çok sayıda sanatçı, belgesel fotoğrafı şahsi, sanatsal amaçlarla olduğu kadar toplumsal amaçlarla da tersyüz ederek, belgesel görüntünün etkisini analiz eden ve sorgulayan farklı işler de yapıyorlar.
Bugün ülkemiz fotoğraf çevresinde fotoğrafı salt plastik bir değer olarak gören, içeriksiz ve duygusuz bir plastik "belgesel" anlayışı hayli yaygın. Bu anlayış, yeni-oryantalist bir bakışla birleşip, egzotik ve "fotojenik" diyarlardan "güzel", "sergilik","albümlük" ve "yarışmalık" fotoğraflarla dönmek şeklinde kendini gösteriyor. Ama bu tarz "popüler" belgeselciliğe karşılık, ülkemizde belgesel fotoğraf adına güzel şeyler de oluyor.
Ne mutlu bize ki, aralarında bu Sempozyum'un konukları da olan, hayatlarını belgesel fotoğrafa, foto röportaja adamış eski kuşağın yanı sıra usta yeni kuşak kadrolar var.
Belgesel fotoğraf, dünyada olduğu gibi ülkemizde de son yıllarda yeniden canlanırken, aynı zamanda belgeselin inandırıcılığı kısmen günümüzdeki dijitalleşmeye bağlı olarak ciddi bir baskı altında bulunuyor. Fotoğrafta gerçeklik değil ama inandırıcılık sorunu yaşanıyor.
Belgesel fotoğraf, gerçek ve kurgu arasında fazlaca gidip geliyor.
Belgesel fotoğrafın geleneksel mecraları olan fotoğraf albümleri, foto röportaj yayımlayan haber dergileri etkilerini çoktan yitirirlerken, bu defa sanat müzeleri belgeselin yer bulduğu mekanlar olarak dikkat çekiyor. Tabii belgeselin bu "müzelik" olma hali ve sanat olarak sunumu, belgeseli "zararsız" kılarak onu kanaat oluşturan ve bilgi veren gücünden acaba geriye mi düşürüyor? Belgeselin hiç olmadığı kadar popülerleştiği, heveslilerin Salgado şapkası takıp, Küba senin Hindistan benim fotoğraf gezilerine çıktığı içinde yaşadığımız zaman, bize bu olguyu araştırma sorumluluğu yüklüyor.
Yaşadığımız post-medya çağında belgesel fotoğraf yaklaşımında gerçekçiliğin yerini gerçekliğin aldığı da söyleniyor. Nitekim bundan yirmi yıl önce, belgesel fotoğrafın 21. yüzyılın en "popüler" sanat fotoğrafı olacağını kim hayal ederdi?
1980'lerin başında, belgesel fotoğrafın öldüğü düşünülmüş, foto röportaj ve belgesel fotoğraf geleneğinin yolun sonuna geldiği konuşulur olmuştu.
Belgesel gelenek o zaman yoğun bir eleştiriye de konu oldu. Bu eleştirilerde, fotoğrafik görüntünün iddialı nesnelliği ele alınmakla kalmadı, aynı zamanda kültürel olarak güdümlenmiş, siyaseten yönlendirilmiş, esasen Batılı, oryantalist, sömürgeci, egemen bir bakış olarak da belgesel fotoğraf sorgulandı.
Dahası post modern, medyatik bir dünyada, artık gerçekliğin kendisi de aşikar biçimde katmanlara ayrışmış, parçalanmıştı. Artık, tek bir bakış açısından bir yargı oluşturmak mümkün değildi. Post modern koşullarda, her fotoğraf, resim, görüntü, esas olarak başka görüntülere gönderme yapıyordu. Nitekim Jean Baudrillard, medyanın ürettiği imgelerin ardında gerçekliğin aslında hiç olmadığını, imgenin bizatihi bir "simulacrum" yani orjinalinden yoksun kopya olduğunu söyler ve imge ile gerçeklik arasında her türden ilişkiyi eskimiş sayar.
1980'lerin başı, belgesel fotoğrafın anlamı ve statüsünün değiştiği yıllar olarak, tartışmasız günlük yaşantımızı ve görsel bilgi ve ilgilenme biçimimizi de etkilemiştir. Bu olgunun yansımaları bir grup çağdaş "belgesel" fotoğrafçının işlerinde görülebilir.
Giderek daha çok sayıda fotoğrafçı ve sanatçı, mizansen ve montaj gibi sanatsal pratiklerden daha belgesel ile ilişkili bir stilde, yapay görüntüler yaratmaya ilgi duyuyorlar.
Artık onlar için belgesel, gerçeklikle olan sabit bağından kopmuş ve sakınmadan kullanılabilir fotoğrafik bir stildir sadece.

Post modern çağda gerçekçi görüntülerin artık gerçekliğe de ihtiyacı olmadığı konuşuluyor.
Dolayısı ile tamamen veya kısmen bilgisayarda yaratılmış ve asla var olmamış bir gerçekliği sunan bir görüntünün ne gibi sonuçlar getireceğinin de sorgulanması gerekiyor.
Yapay fotoğraf yapma eğilimi artık sadece belgesel görüntünün sanatsal bir ürün olarak sunumu ile değil, aynı zamanda gerçekliğin kendisi ile ilgili bir değişimin de sonucudur.

Çünkü artık, yaşanılan çevre bile ihtişamlı birtiyatro sahnesi gibi yeniden dekore ediliyor. Eski şehir merkezleri farklı yerlerde yeniden yaratılıyor, insanlar bu tema parklarında, adeta bir Disneyland dekoru içinde yaşıyorlar.
Diğer yandan, çalışmaları için sanat çevreleri içinde yeni sunum biçimleri ve yeni zeminler arayan geleneksel belgesel fotoğrafçıları var. Sanatın, galeri, sergi salonu, sanat merkezi, bienal veya müze gerçeği içinde onlar da büyük ölçüde yeni bir izleyici kitlesi karşısında yeni arayışlar için özgür bir ortam buluyorlar. Bu ise, onlar ile sanat kurumları arasında yeni bir ilişki kurulurken, sosyal gerçekçilikten uzaklaşmak ihtimali anlamına mı geliyor?
Dijitalleşme, karanlık oda tamamen kaybolmasa da artık fotoğrafın günlük pratiği içinde tamamen benimsenmiş durumdadır.
Dijital makinelerin çoğalması ve dijital görüntü işleme programlarının ortaya çıkışının belki de en önemli etkisi, kamuoyunun görüntünün manüplasyonu imkanlarının farkına varması oldu.
Dijital ile fotoğraf yeni pek çok imkana kavuştu ama, galiba fotoğrafçı olma duygusu da değişti.
İşte bu sempozyumun konukları, fotoğrafçılar ve akademisyenler, yaşanan bu gelişmeleri fotoğraf tarihi, medya tarihi, sanat ve etik gibi farklı yaklaşımlar ve bağlamlar temelinde, belgesel fotoğraf açısından sorgulayacaklar.
Burada üç gün boyunca, günümüzde belgesel fotoğrafın anlamı, fotoğrafa belgesel bir nosyon biçmenin hala mümkün ve arzulanan bir şey olup olmadığı, belgeselin hala bir toplumsal işlevi olup olmadığı, varsa bunun nasıl yerine getirileceğini de tartışacağız.
Sempozyumun verimli geçmesi dileğimle, Sempozyum Danışma Kurulu üyelerimize, Sempozyum'un hayata geçmesini gecesini gündüzüne katarak mümkün kılan Sempozyum Düzenleme Kurulu Başkanı Mehmet Özer'e ve üstün gayretleri için bütün Sempozyum Düzenleme Kurulu Üyelerine, dernekçilik dayanışmasının güzel bir örneğini vererek sempozyumun son hazırlıklarını yapan AFSAD atölyelerinin ve eğitim seminerlerinin değerli sorumluları ve üyelerine, AFSAD Yönetim Kurulu Üyesi arkadaşlarıma, katkıları ile bu Sempozyumu mümkün kılan ve her zaman yanımızda olan Çankaya Belediyesi'ne, Çağdaş Sanatlar Merkezi Yönetimine, Sempozyum sponsorlarımıza, ve siz değerli konuklarımıza katılımlarınız ve katkılarınız için teşekkür eder, saygılar sunarım.
Ahmet Gökhan Demirer
AFSAD Yönetim Kurulu Başkanı

GÖRÜNTÜLERLE YAZILAN BİR TARİH: SEMPOZYUM GELENEĞİ
İdris AYDIN

Hayatı çoğaltmanın yolunun üretmekten, üretmenin yolunun da dayanışmadan geçtiği gerçekliğinden hareketle kurulan AFSAD'ın tarihi 1977 yıllarına dayanmaktadır. O tarihte Çankaya Halkevi fotoğrafçılık kolunda çalışan ve Çağdaş Sahne'de etkinliklerini sürdüren iki grup bir araya gelerek AFSAD'ı kurdu. Aralarında oluşuma katılan bağımsız fotoğrafçılar da yer almaktaydı. Kuruluş yıllarından itibaren AFSAD, fotoğrafın toplumsal niteliğini ön planda tutan ve toplumsal dinamiklerle fotoğrafı buluşturan bir kurum olarak yoluna devam ederken fotoğrafta estetik, felsefi ve teknik sorunların tartışılacağı platformlar oluşturmayı başlıca hedefleri arasına almıştır. AFSAD, bu hedefe ulaşmak için 1978 yılında daha sonraki sempozyumlara öncülük eden, "Türkiye'de Fotoğraf Sanatının işlevi" konulu paneli gerçekleştirmiştir.
2 Nisan 1978 yılında Fikret OTYAM başkanlığındaki yönetim ile gerçekleştirilen "Türkiye'de Fotoğraf Sanatının işlevi" konulu panelde, fotoğrafın ülke ve dünya gündemindeki tarihsel-güncel yeri, etkileri ve geleceği bir tartışma platformunda ortaya konmuştur. Otuz yıl öncesinin mevcut iletişim koşullarında, fotoğraf dünyasının daha çok içe dönük bireysel üretim yapısı içinde, fotoğrafın düşünsel-işlevsel boyutunun pek de ele alınmadığı bir dönemde bu etkinliğin çok geniş bir katılımla gerçekleşmiş olması, ülkemiz fotoğrafçılığı adına önemli bir adımdır. Otuz yıl önceki toplantıya katılan Ara GÜLER, Fikret OTYAM, isa ÇELİK, İbrahim DEMİREL ve Özcan YURDALAN' ın, otuz yıl sonra 2-3-4 Mayıs 2008 tarihinde yapılan "Belgesel Fotoğraf Buluşması" başlıklı 7.Sempozyumda katılımcı olarak yer almaları çok anlamlı ve AFSAD adına oldukça onur verici bir durumdur.
1978 yılında düzenlenen bu panel (bu ilk etkinlik, tarihsel süreç anlamında bir başlangıç sempozyumudur),
AFSAD tarafından düzenlenen sempozyumların temelini oluşturmuştur. AFSAD otuz yıllık süreçte sırasıyla, 1982, 1987,1989,1992,1997,2002 ve 2008 yıllarında ülkenin farklı kentlerinden gelen katılımcıların yer aldığı yedi sempozyum gerçekleştirmiştir. Fotoğrafın kuramsal yapısının gelişmesi, ulusal fotoğraf anlayışının oluşması ve tüm bu gelişmelerin değerlendirilmesi amacıyla yaptığı sempozyumlar, paneller ve seminerlerle AFSAD, fotoğrafı tartıştırmak istemiş, bunu yaparken de tartışmaları yazılı birer tarihsel belge haline dönüştürerek ülkemiz fotoğrafçılığına katkı sağlamayı amaçlamıştır.
AFSAD 1. Fotoğraf Sempozyumu: 11-12 Aralık 1982 tarihinde Ankara Alman Kültür Merkezi'nde gerçekleştirilmiştir. Ağırlıklı olarak dernek yapılanması ve sorunları ile derneklerin faaliyet gösterdikleri kentlere karşı sorumlulukları (belgeleme) gibi konular tartışılmıştır.
AFSAD 2. Fotoğraf Sempozyumu: AFSAD' ın kuruluşunun 10. yılı nedeniyle 17-18 Ocak 1987 tarihinde Alman Kültür Merkezi'nde düzenlenmiştir. Türkiye'de dernek sayısının giderek arttığı, fotoğrafın sanat boyutunun tartışıldığı ve bu yönde ürünlerin daha çok görülmeye başlandığı bu dönemde sempozyumun konu başlıkları bu gelişmeleri tamamlar niteliktedir. Sempozyumun temel başlıkları: "Üst Örgütlenme", "Eğitim", "Fotoğrafın Gerçeklik Boyutları", "Fotoğraf Dünyamızda Sorunlar, Öneriler" gibi başlıklardan oluşmaktadır. Her ne kadar AFSAD, daha 1978 yılında üst örgütlenme (federasyon) düşünce ve kararını aylık bülten aracılığı ile üyelerine duyurmuş ise de, bu sempozyum konunun resmiyet kazandığı bir platform olmuştur.

ve 2. Fotoğraf sempozyumlarının yapıldığı yıllar daha çok 12 Eylül sonrasında hayatın her anlamda yeniden yorumlanmaya ve kurulmaya başladığı yıllardı. Ülkemiz fotoğrafı bu dönemde toplumsal ve bireysel bakış açılarını temel alan düşünce sistemlerinin etkisiyle, arayış sürecine girdiğinden, sempozyumların ağırlıklı tartışma konuları arasında bireyci-toplumcu fotoğraf bakış açıları yer almıştır.
Bu dönemde açılan gezici sergiler, her kesimden insanın fotoğrafla tanışmasını sağlamak için yapılan fotoğraf şenlikleri, köylerde-kahvelerde gerçekleştirilen sergiler ve yapılan söyleşiler, fotoğraf kuramına ve eğitimine ilişkin kurslar, paneller, sempozyumlar ve 1983' den bu yana düzenlenen konulu ulusal sergiler, bu dönem fotoğrafının dayandığı toplumsal dinamiklerin birer göstergesi olmuştur.
AFSAD 3. Fotoğraf Sempozyumu: 27-28 Mayıs 1989 tarihinde gerçekleştirilmiştir. Bu sempozyumda "Fotoğraf Örgütleri ve Sorunları" "Devletin Fotoğrafa Bakışı", "Fotoğraf Sanatının Tarihsel Gelişimi", "Basın ve Fotoğraf Eğitimi" başlıklı konular başlıca tartışma konuları olmuştur. Bu dönem fotoğrafın amatör boyutunun profesyonel boyuta taşındığı dönemdirve fotoğraf çeşitli mecralarda satın alınıp kullanılmaya başlanmıştır. Fotoğraf yarışmalarının ağırlık kazanması sempozyum tartışmalarının başlıca konusu olmuştur. Bu dönem daha çok fotoğrafçıların kendilerini konumlandırma sorunlarının gündeme geldiği bir dönemdir ve tartışmalar "amatörlük ve profesyonellik" ekseninde yoğunlaşmıştır. Amatör anlayışla pazara dönük anlayışın çatışmasıyla başlayan kimlik arayışı fotoğrafta ve sempozyumlarda tartışılmaya başlanmıştır.
AFSAD 4.Fotoğraf Sempozyumu: 21-22 Kasım 1992 tarihlerinde gerçekleştirilmiştir. Ankara Büyükşehir Belediyesi işbirliğinde gerçekleşen 4.Fotoğraf Sempozyumunda temel olarak, "Türk Fotoğrafında Kimlik Arayışı", "Fotoğraf ve Fotoğraf Sanatının Kurumsal Boyutta İncelenmesi", "Ülkemizde Fotoğraf Sanatında Yabancılaşma" vb. konular tartışılmıştır. Bildiriler bölümünde ise, "Fotoğraf Dernekleri", "Fotoğraf Yayınları ve Teknoloji", "Fotoğraf Sanatı" gibi sunumlara yer verilmiştir.
AFSAD 5. Fotoğraf Sempozyumu: 25-26 Ekim 1997 tarihinde gerçekleştirilmiştir. Kültür bakanlığının katkılarıyla ve Kültür Bakanı İstemihanTALAY 'ın da katılımıyla yapılan bu sempozyumun amacı, derneklerle üniversitelerin fotoğraf eğitimi alanındaki işbirliği gibi konuları ele almaktır. AFSAD, 20. kuruluş yıldönümünü bu sempozyumla selamlamıştır. Sempozyumdaki tartışma başlıkları ise, "Fotoğraf Devlet İlişkisi", "Fotoğrafın Toplumsal İşlevi", "Fotoğraf Eğitimi", "Örgütlenme Sorunları" şeklinde sıralanabilir.
3.,4.ve 5. Fotoğraf Sempozyumlarının konu başlıkları, o dönem hızla artmakta olan fotoğraf derneklerinin örgütlenme sorunları ve üniversitelerde açılmış ve açılmakta olan fotoğraf bölümlerinin derneklerle ilişkisinin ele alındığı konulara odaklanmış, temel olarak üniversitelerle fotoğraf dernekleri arasındaki işbirliği ve dayanışma modelleri tartışma konusu olmuştur.
AFSAD 6. Fotoğraf Sempozyumu: 18-19-20 Ekim 2002 tarihinde gerçekleştirilmiştir. Sempozyuma damgasını vuran olgu, sayısal (dijital) fotoğrafın geleceği olmuştur. Bu dönemde teknolojinin fotoğraf alanındaki yoğun kullanımı fotoğrafın da bu alandaki sorunlarıyla birlikte geleceğinin de tartışılmasını kaçınılmaz hale getirmiştir. O nedenle bu sempozyumda yukarıdaki tartışma başlıklarına yoğun olarak rastlamaktayız. Bunun yanı sıra 6. Sempozyumda da üniversite-dernek ilişkileri yoğunlukla ele alınan konular arasında yer almıştır. Panelin son günü ise, "Belge Fotoğrafı " ve "Belgesel" kavramları tartışılmıştır. Bu sempozyumdaki konu başlıkları, "Federasyonlaşma Aşamasında Derneklerin Örgütlenme, Eğitim-İletişim ve Ortaklaşa Üretim Olanakları" "Üniversitelerde Fotoğraf Eğitimi", "Fotoğrafın Kamuoyu Etkileme Gücü" şeklinde özetlenebilir.
Son dönem gerçekleştirilen sempozyumlarda çağrılı konukların dernek temsilcisi ve akademik çevrelerden oluşması, sayıları artan derneklerin ve üniversitelerde gittikçe çoğalan fotoğraf bölümlerinin fotoğrafa ilişkin alanlardağ üretim yapmalarından ve söz sahibi olmalarından kaynaklanmaktadır.
AFSAD 7. Fotoğraf Sempozyumu: 2-3-4 Mayıs 2008 tarihlerinde Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi'nde gerçekleştirilen 7. Fotoğraf Sempozyumunda, geçmiş sempozyumlardan farklı olarak, "Belgesel Fotoğraf Buluşması" başlığından da anlaşılacağı gibi fotoğrafın belgesel alandaki üretimine odaklanan bildiri, sunum ve gösteriler ele alınmıştır. Ülkemiz belgesel-sosyal belgesel fotoğraf anlayışlarının, kalabalalık bir katılımcı ve sunumcularla birlikte tartışıldığı bu sempozyumun en önemli özelliği belgeselin yeni dönemine dair tartışma konularının ağırlık kazanması olmuştur. 7. Sempozyum konu başlıkları; "Gelenekten Geleceğe, Türkiye'de Belgesel Fotoğraf Yaklaşımları", "Bir Anlama ve Müdahale Yöntemi olarak Belgesel Fotoğraf" ve "Haber Fotoğrafı ve Belgesel Fotoğraf" gibi panel ve sunumlardan oluşmaktadır.
Bu dönem "Belgesel Fotoğrafçılar Buluşması" adıyla daha özel bir alanın bu sempozyumda tartışılmasının en önemli nedeni ise; son yıllarda dünyada ve ülkemizdeki toplumsal olayların artan niteliğine paralel olarak; fotoğrafın ve fotoğrafçıların da bu olaylara dönük yeniden belgesel ve özellikle sosyal- belgesel, foto-röportaj tarzındaki çalışmalarının hem üretim hem de dolaşım(sergileme-sunum) alanındaki artışıdır. Bu sempozyum AFSAD' ın 30. kuruluş yılına da bir armağan niteliğindedir.
Otuz yılı geride bırakan AFSAD 'ın, bu süreçte sempozyum geleneğine sahip çıkması, hem kendi tarihine hem de fotoğraf dünyasına olan vefa borcundan kaynaklanmaktadır. AFSAD gerçekleştirdiği sempozyumlarla bir yandan fotoğrafa dair güncel sorunlar ve gelişmelerin izlenip tartışıldığı bir zemin yaratırken, diğer yandan da örgütlü bir dernek olarak, fotoğrafın tarihsel ilerleme sürecinde önemli bir mihenk taşı olma hedefi ile üstlendiği sorumluluğu devam ettirmekte olduğunu göstermektedir.
AFSAD, gerek ülke, gerekse dünya fotoğrafına karşı duyduğu sorumlulukla sempozyum geleneğini sürdürmeye devam edecektir.
Tüm bu üretim süreçlerine destek verenleri selamlıyoruz.
Yararlanılan kaynaklar:
—AFSAD Fotoğraf Sempozyum Kitapları 2-3-4-5-6 —A.Rıza AKALIN ve Özcan YURDALAN Yazılı bilgilendirmeleri

Türkiye Fotoğraf Sanatı Federasyonu Başkanı Özcan TARAS'ın Konuşması

Değerli dostlar,

Bugün iki mayıs 2008 ülkemiz fotoğrafı için çok özel bir gün Afsad 7. Fotoğraf sempozyumu için bir aradayız.
Arkadaşlarımızın uzun bir zamandır büyük bir itina ve gayretle yaptıkları çalışmaları hep birlikte paylaşacak ve tarihe fotoğraf adına bir not daha düşeceğiz.
Afsad'ın ülkemizde ilk kez gerçekleştirdiği 1.Sempozyumdan bu yana geçen 30 yılın ardından bu kez de belgesel fotoğraf üzerine yoğunlaşmış bir sempozyum yaşayacağız.
Otuz yılın ardından gerçekleşen bu sempozyumda aramızda ilk sempozyuma katılan dostlarımızın olduğu gibi ilk kez katılanlar da yer almakta.
Şu anda bu salonda bulunan, bayrağı bu güne kadar taşıyanlar ile gelecekte taşıyacak olanlar bir aradalar. Gelecekte de bu devam edecek belki isimler değişecek fakat değişmeyen örgütlü derneklerimizin varlığı olacak.
Böylece bu çalışmalar akıp giden zaman içerisinde ardında bıraktıkları değerli birikimlerle geleceğe
taşınacak.
Bu noktada ortaya çıkan bir olguyu tekrar tekrar değerlendirmenin gerekli olduğunu düşünüyorum.
İlk sempozyumdan 30 yıl sonra üstlendiği misyonu geleceğe taşıma kararlılığını ve başarısını gösteren afsad, bireysellikten öte dernek örgütlenmesinin anlamını ve gerekliliğini de çok açık olarak yerine getirmiştir.
Bu sempozyum, günümüzde her alanda en yüksek seviyesine ulaşan bireysel aktivitenin dernek sinerjisi ile birleştirilerek elde edilen sonucun en güzel, en kalıcı örneğidir, belgesidir.
Değerli dostlar, fotoğraf kimi elde şiirdir, kimi elde öyküdür, kimi elde romandır. Fotoğraf, güftedir, bestedir. Fotoğraf her elde başka bir anlamdır. Ama sanırım en çok da belgedir.
Fotoğraf bunların hepsidir de, sadece bir şey değildir.
"Fotoğraf görsel bir tüketim malzemesi değildir."
Belki bu sempozyumda, çağımızın tüketim toplumu gerçeği gözden kaçırılmadan bu konuda da bir parantez açmakta yarar olabilir. Değerli konuklar,
Bu değerli çalışmayı planlayan Afsad'a Gerçekleştiren değerli arkadaşlarımıza,
Gerçekleşmesine katkı veren başta çankaya belediyesi olmak üzere tüm kurum ve kuruluşlara, Gönülden teşekkür ediyor, şükranlarımı sunuyorum.

Ali ÖZ'ün Konuşması

Çok teşekkürler. Ben iki kelime söyleyeceğim. Yemek saati sizi tutmak istemiyorum. Maalesef bu fotoğraflar son 25 yıl anlattı ve sizler 18 dakika izlediniz. Bir başka şey daha söylemek istiyorum; yaşadıklarımızı düşünürseniz, oyun aynı oyun, sahne aynı sahne. Maalesef bu böyle devam ediyor.
Hala yapıyorum. Ama ben zengin adam balıkçı hikayesi gibi, ben balık tutuyorum, yani benim tuttuğum balık fotoğraf. Yani ne işle ne gazeteyle hiçbir bağlantı kurmadan, gücüm yettiği kadar çekmeye devam ediyorum.
Maalesef hak ettiği yerde göremeyeceksiniz ama ben biraz köyün delisi olarak basında çalıştığım müddetçe gerçekten bunu çok iddialı söylüyorum hiç sansüre uğramadım. Yani her zaman anlattığım bir mini anı; Cumartesi annelerini ben Tempo'da çalışırken çektim, magazin dergisi, boyalı basın istemezlerdi ama; ben çektim, çekiyordum. Elli tam sayfa kullandılar. En son yazı işleri müdürü "ya yeter"dedi, "bu çirkin karıları basmayacağım". Aynen bu cümleyle. Dediği hafta 2 tam sayfa kullandı. Yani hakikaten köyün delisi olarak böyle bir iş yaptım ben, bunun bedelini şimdi ödetiyorlar. Bu konuda da hiç şikayetçi değilim. Mutluyum, yani bunca yıllık hayatımda hiç ödün vermemiş olmaktan da mutluyum. Ama ciddi anlamda sansür de hiç olmadı. Peki yemek saati zamanınızı almayayım, izlediğiniz için çok teşekkürler, çok sağ olun.

Coşkun ARAL'ın Konuşması

Merhabalar. Kusura bakmayın. Ben normalde sempozyumun ilk gününde olmaya dair bir söz vermiştim ama her zaman bir opsiyonum var. Malum, işte şu anda koordinatörlüğünü yaptığım İzTV'nin çalışmaları; hem oyuncu, hem yapımcı, hem saha bekçisi, hem de çim biçicisi olunca takımı yürütmek biraz zor oluyor. Haber fotoğrafçılığım ikinci planda kalmış yönüm, ama fotoğrafçılıktan hiçbir zaman kopmadım. Yani makinem her zaman yanımda, belki boyutu küçüldü ama gittiğim her yerde kullansam da kullanmasam da tanık olduğum olayları fotoğraflamaya devam ediyorum. Açıkçası katılım beni mutlu etti, çünkü İstanbul'da benzeri fotoğraf sempozyumlarına, panellere, benzeri etkinliklere gittiğim zaman daha az alabalıklar görüyorum. Arkadaşlarım ilk gün ve dünkü kalabalıktan bahsettiler, inanılmaz boyuttaymış. Ne mutlu Ankara'daki fotoğraf tutkunlarına ve fotoğraf severlere. Dün Çankırı'daydım, Kastamonu'daydım, iki ayrı proje için. Ekip şu anda Kastamonu'daki işi bitirip, Çankırı'da oradaki tuz madenlerine ilişkin bir belgesel hazırlamak üzere yarın yola çıkacak. Normalde yarın benim Kakava'ya gitmem gerekiyordu; Edirne'deki Roman vatandaşlarımızın şenliklerine tanık olmak için. Yoğun bir dönem, o yüzden fotoğraf sevdalıları için hakikaten iyi ve güzel bir dönem başlıyor diyebilirim. Sorularınızı alayım, ardından devam ederiz. Buyrun. Duyamıyorum biraz daha … pardon mikrofon geliyor, pardon.

İZLEYİCİ: Sizin aklınızda kalan, yaşadığınız enteresan bir olayınız var mı?
COŞKUN ARAL: Şimdi aklımda kalan çok. Gariptir, fotoğraflara baktıkça ben niye ordaydımı soruyorum kendi kendime, ama vücudumda kalan çok kötü anılarım var, vücudum isyan etmeye başladı, ama çantama bakarsanız fotoğraf makinası, hard disk, bir de üç ayrı ağrı kesici ilaç, bir de mideye zarar vermesin diye alınan başka bir ilaç var, böyle bir şekilde devam ediyoruz. Tabi bu salt benim sorunum değil, dünyada yıllarca bu işi yapmış bütün meslektaşlarımda, dünya ölçeğinde yapmış meslektaşlarımda var. Psikolojik olarak da çok sağlıklı değilim, yani her gece yattığım yerden kendi kendime uyandığımda "Ben neredeyim?" sorularını bazen sesli soruyorum. Dün gece farklı bir yerdeydim, bir önceki gece de. Her şeye rağmen yaşam güzel, hem güzel yani fotoğrafçı olmak hakikaten güzel bir şey, fotoğrafla yaşamak güzel bir şey. Geçen hafta Sony'nin şu anda dünyadaki profesyonel fotoğrafçılara yönelik yapmış olduğu yeni bir fotoğraf yarışı

"Altın Göz"e rakip olsun diye, "Altın iris Yarışı'nın ilkindeydim. Fransa'da meşhur Cannes Film Festivali'nin yapıldığı salonda yapıldı ve birden bire yıllarca böyle hayalini bile kuramadığım Magnum'un en baba, en yaşlı diyeceğim ama halen genç, dinç sırtlarındaki oksijen çantalarına varıncaya kadar dolaşan o eski ekipleriyle karşılaştım. Aralarında bir iki tane dostum vardı, Susan Meiselas gibi. Yani dünyadaki fotoğrafçılarda yaşlanma yok, mesela Ara Güler usta şu anda gene çalışıyormuş, 80'i aştı. Gökşin Sipahioğlu benim meslekteki en büyük ustam. Cannes'dan Paris'e, oradan İstanbul’a gidilirken "Hemen atla Paris'e gel" dedi, "Niye?" dedim, "Senin de aralarında bulunduğun bir fotoğrafçı grubunun fotoğrafları şu anda, hem Başkanlık Sarayı'nda hem de Lüksemburg bahçelerinin duvarlarına asıldı. Hakikaten biletimi iptal ettim. Nice'den Paris'e geçtim, kaldım, güzel bir şey oldu, 30 sene önce çektiğim bir fotoğraf, tarihe damgasını vuran olayların fotoğrafları arasında yer almış, Figaro Magazin tarafından. Yani böyle hoş şeyler bizi yaşatıyor, işte anfetamin o oluyor, yani, ameliyata bile gerek duymadan bizim hala yürümemizi, tırmanmamızı ve deklanşöre basmamızı gerektiren anlarda bize vitamin oluyor, güç veriyor. O yüzden çok kötü anılarım var yani, bir insanın hayatı boyunca görebileceği en korkunç tabloları, sinemada bile görse ürkeceği tabloları yaşadım bizzat, ama onları anlatmak istemiyorum daha çok güzelliklerden bahsetmek istiyorum. İşte yarın Çankırı'nın tuz mağaralarına gideceğim, belki, o mağaraların kaderi değişir, işte, onlara ilişkin bir belgesel yapacağım, işte bir hafta sonra Hititler'e yönelik başka bir belgesel üzerinde çalışacağım. Çünkü Anadolu gerçekten çok zengin hem fotoğrafçı için hem de belgeselci için. Malzeme çok, birde bizler tarihin akışı içinde aynı suyla tekrar yıkanamayan insanlarız. Çünkü hem bizdeki değişim, hem bizim bakışımızdaki değişim, hem teknolojideki değişim çok farklı şeyleri ortaya çıkarıp bizi de mutlu ediyor. O yüzden dedim ya çok kötü olaylar vücudumdaki izlerle kaldı ama ben daha çok ileriye mutluluğa bakıyorum.
SERPİL YILDIZ: Foto haberci Coşkun Aral'la belgesel yapmaya uğraşan Coşkun Aral arasında nasıl bir fark var? Ya da var mı?
COŞKUN ARAL: Hiçbir fark yok.
SERPİL YILDIZ: Ya da var mı?
COŞKUN ARAL: Hiçbir fark yok. Tek fark belki, ekip, takım sorumluluğu olması. Yoksa konuyu seçerken, ilişki kurarken, zemini hazırlarken yaptıklarım aynı. Takım arkadaşlarımız. Olayın mutfağında çalışan insanlar var, yani bizim götürdüğümüz malzemeyi derleyenler, ona müzik yapanlar, ona grafik animasyon yapanlar, saatlerini onun için aktaranlar, ulaşım görevlileri var; işte bizi bir yerden bir yere götürenler, zaman zaman kendimiz de oluyoruz tabi. Artı kameraman var, ışıkçı var, sesçi var, bunlar eskiden bizim için lükstü çünkü aynı şeyi bizler yapıyorduk.. Çünkü uluslararası sorumluluğumuz da var, almış olduğumuz ödülü devam ettirip ona layık olduğumuzu bildirmemiz lazım. Yani yaşamımda bir değişiklik yok, gözlerim yine bir scanner gibi dolaşıyor her yerde, nereden, kimden, ne malzemeyi haberleştirebilirim diye. Bir tek eksiğim olabilir; bundan beş yıl öncesine kadar Türk basınında, gazetelerde minicik de olsa zaman zaman sayfalar veriliyordu. Şu anda hiçbir gazete bir daha ücret vermeme rağmen haberlerimi istemiyor, televizyonlarda sadece tanıtımlarda. "Ne yaptım ben bu kadar Türk basınındaki meslektaşlarımı küstürdüm?" diye düşünüyorum bazen. Çünkü kime gitsem şey diyor, mesela Sedat Ergin şey demişti "İnanır mısın? Şu anda yurtdışı bölümümüz kapalı bizim, yani ihtiyaç yok". "Ama ben Türkiye'de çalışıyorum" dedim. "Aaa! Öyle mi?" dedi. Serdar Bey de Akşam gazetesinden "işte bizim o türden çok ciddi haberleri kullanacak sayfamız yok" demişti. Zaten Akşam'dan bir önceki yönetimden de zılgıt almıştım, "Hep iç karartıcı haberler yapıyorsunuz" diye. İşte gözleri görmeyen bir arkadaşımızın kürekle İstanbul’dan yola çıkıp Çanakkale'ye gitmesini haberleştirdiğim için. İşte her şey Televole olunca, ikinci sayfa güzeli, üçüncü sayfa güzeli, arka sayfa güzeli, güzellerden doyulmayan bir medyamız oldu. Gazeteler şu anda kiloyla çıkıyor. Dünkü, önceki günkü Hürriyetim hakikaten 2,5 kilogram falanmış. Dünyada böyle bir gazeteciliği, Bulvar Gazeteciliğini Ulusal Gazeteciliğe taşıyan tek ülke olduğumuzu övünmeyerek söyleyebilirim. Genç arkadaşlarımız için üzülüyorum. Yani muhabirlik mesleği de kayboluyor, çünkü onlara da ihtiyaç duyulmuyor. Yani Kutup ne anlattı size burada, ama onun gibi değerli foto-muhabirlerinin bile otobüsle seyahate çıkarılıp, Ayşe Arman gibi çok değerli(!) yazarlarımızın neredeyse özel uçaklarla bir yerden bir yere gönderilmesine tanık olan bir medya döneminde yaşıyoruz. Yani Kutup'un yapmış olduğu dünyanın her tarafında izlenir, bakılır, değerlendirilir ama Ayşe'nin yazdığı yazıyı ben okuyamıyorum, bir kere okudum yani "Almanca'ya çevirsek kaç Alman okur? “diye merak ediyorum. Farklı konsept belki olabilir ama işte bunların olduğu bir ülkedeyiz. Belki on yıl önce de konuşmuştum; "Anneni Türk televizyonlarında gördüm" diye küfür çıkmıştı Suriye'de. Halen devam ediyor, üzülerek söyleyebilirim. Çünkü bu kadar sorumsuzluk yok. Plazalarımız var, gazetecilerimizin bazıları için geçerli olan bir yaşam standardı var ama bu meslek ne yazık ki, o evrensel, o geçmişte imkansızlıklara rağmen sahip olduğu yerden çok öteye geldi; öte dediğim tabi ki beriye geldi diyeceğiz. O yüzden kendim için söylemiyorum sonuçta, bende mesleğimi yapıyorum. Bu yazılar yarın öbür gün kitap olup yine bir yerlere kalacaktır. İnsanlar mutlaka bulacaktır. 30 sene sonra belki yine kullanılacaktır ama o sayfalarımızı işgal eden, ekranlarımızı işgal eden programlardan kaç tanesi hatırlanacaktır? Bunu bilemiyorum.
İZLEYİCİ: Efendim bu güne kadar yapmış olduğunuz çalışmalardan dolayı ben kendi adıma teşekkür etmek istiyorum. Çünkü; sizin de değindiğiniz gibi Türkiye okumuşların okuduğu süre ortalaması itibariyle "ilkokul terk" bir ülke.
COŞKUN ARAL: Güzel birisim.
İZLEYİCİ: Şimdi böyle olunca, onların beğenilerinin böyle light programlara doğru kaymasını doğrusunu isterseniz pek eleştiremiyorum ben kendi adıma. Ama Türkiye bir süreçten geçiyor, kalkınmanın belli bir merhalesinde şu anda, o bakımdan sizin gibi insanların vermekte olduğu ve topluma öncü olabilecek, toplumu yönlendirebilecek zevklerini, kültürünü, beğenilerini yüceltebilecek bu çalışmaların çok büyük katkı koyduğunu ifade etmek istiyorum ben kendi adıma. Çünkü televizyonların başına oturduğumuz zaman maalesef ve maalesef bu reyting kaygısıyla yapılan programlardan artık illallah ettik. Arıyoruz, dolaşıyoruz ve sizinki gibi programları izlemeye çalışıyoruz.
COŞKUN ARAL: Valla sizin varlığınız bizim için güvence diyorum ama sesinizin daha fazla duyurulması lazım çünkü, halk bunu istiyor diyenler yine belirleyici.
ÖZCAN YURDALAN: Aslında ben senin aynı zamanda sempozyumun konusuyla da ilgili fikrini merak ediyorum. Bir taraftan foto muhabirisin, öbür taraftan belgeselci. Acaba belgeselle haber fotoğrafı arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsun? Her haber fotoğrafı belgesel midir? Her belgesel haber fotoğrafı olabilir mi? Bir de senin aktif çalıştığın dönem, dünyanın da, Türkiye'nin de son derece kritik bir dönemiydi ve çektiğin fotoğraflar dünyada da dolaşıma girdi. Bugünkü basın fotoğrafının durumuna baktığımız zaman bu çapta işler üretip de dünyada dolaşıma girmiş fotoğrafçı arkadaşımız pek yok gibi. Acaba fotoğraf dönemsel bir şey mi, yoksa SİPA'nın desteği mi, yoksa şimdi bu ilişkinin kurulamamış olması mı?
COŞKUN ARAL: Çok teşekkürler, bu soruyu ben kendim için açıkçası cevabını veriyordum. 1993'te Asil Nadir'in SİPA'yı satın alıp bizi mali yönden perişan etmesinden sonra başka arayışlara girdim. Sağolsun, Savaş Ay'ın ATakımı'nda çalıştım, sıyırdım. Şu anda, yurtdışında çalışan birkaç kişi var benim kuşağımdan. Onların da biri James Nachtvvey, şu anda o da Bankok'a yerleşti. Bir de Susan Meiselas'la konuştum. Arkalarında belirli güç olmayanlar, belirli vakıflar olmayanlar bizim şu anda foto muhabirlerinin durumlarından çok daha kötü, çünkü dijital fotoğrafın çıkması tek elden çok hızlı gitmesinin yanısıra dünya medyasında da oranlar farklı, oranları mukayese edemeyiz, ama aynı ilgisizlik var. Benim dönemimde yani basit bir şey söyleyeyim, 1983 yılında Afganistan'da yapmış olduğum röportajdan Paris Match 20.000 dolar vermişti. Bunu ikiye bölüyordum 10.000 dolar, benim bütün masraflarımı karşılıyordu. Şimdi aynı türde bir röportajı 3.000 dolara satamıyorlar. Çünkü Paris Macth'ın şu anda en büyük parası gündemde olan hangi ünlüyse onun yahut Sarkozy'nin karısının bilmem nesi oluyor, oraya milyon doları, Euro'yu koyabiliyor. Ama dünyada da aynı dejenerasyon var, oranlar değişik, biz de tabi ki daha farklı yani bizde bir de acımasızlık var, yani vahşi kapitalizmi biz vahşet kapitalizmine dönüştürdük. Yani Türkiye'de şu anda Acun llıcalı'nın sunduğu program dünyanın her tarafında var, ama bu kadar çok talep yok. Yani orada nüfusun %4'ü ilgileniyor. Bizde nüfusun 99.4'ü ilgileniyor. Bir bakıyorum, İstanbul Emniyet Müdürü bile orada. Bir sorun var burada. Bu Fear Factory'i ben hiç izleyemedim, bir tanesini izlediğim zaman, nerdeyse dışkı yediriyordu para karşılığı insanlara. O formatın bir orijinalini gördüm, Fransa'da izledim; suya düşmüş bir arabanın arkasında şoför mahallindeki bir adamın dalıcı gözlüğünü koyup arka koltuktaki bebek işte plastik bebeği kurtarması olarak yapılıyor. Birinde dışkı yediriyor, cinselliği ön plana çıkarıyor diğerinde de hayat kurtarıyor. Bu programları üretenler belli ama burada onu yorumlayanlar burada çok gaddarca yapıyorlar bu işi. Şeye benziyor, ben eskiden yurt dışında yaşarken, en çok ilaç siparişleri verilirdi bana. işte Optalidon türü ağrı kesiciler "Niye?" diyordum "Türkiye'de de var Asprin türü ağrı kesiciler var". "İçindeki doz çok önemli" diyorlardı bana. Aynı şey, Türkiye'de de dozu arttırılmış oranlarda yani formatı Amerika'da X firması yapıyor ama program Türkiye'ye geldiği zaman içindeki şiddeti, içindeki cinselliği, içindeki beleşçiliği, içindeki dilenciliği arttırdığınız zaman işte böyle izlenme rekorları kırıyor. Onlar da o şeyi yapmıyorlar, parayı verdikten sonra formatla istediğiniz kadar oynayabilirsiniz diyorlar. Bunun benzerini Survivor programında yine aynı arkadaş yaptı. Survivor'ın Alman versiyonunu izleyin, ıssız bir adada insanlar hayatlarını sürdürebilmek için dalarlar, bilmem nerden balık bulurlar. Biz de de karabatağın kafasına 15 dakika palayla vurur, öldürür ve reyting alır veyahut da Türk Yunan Savaşı çıkarır veyahutta öldüreceğim deyip, şiddet yapar. Bu ülkeden ülkeye gidiyor yani küreselleşmenin dezavantajları. Ama çok büyük paralar var ortada. Şu bahsettiğim vatandaşın günlük net cebine giren para 50.000. Yani bize 50 tane program olur, açık söyleyeyim. Halk da şimdi cahil diyemeyeceğim, çocuk halk, yani bu tür şeylerle ilgilenmek sorgulamak birey olarak hesap sormak yerine, ya boşversene götürüyor. Hatta biz seçim dönemlerinde gördük. "Ben Motorola'yı Amerikalıları kazıkladın' diyen adam köfte dağıttığı anda Türk seçmeninin %5-7'sini aldı. Yani ne olacak ya bu adam hırsız bize böyle hırsızlıklar yakışır diyen bir zihniyet hakim. İşte bunlar ürkütüyor, korkutuyor ama biryandan bu salondaki kalabalık ne mutlu diyorsun gene var diyorsun. Yani o paradoksları sürekli yaşıyorum, iyi ki geldim ki sizlerin varlığı yani bir can simidi var, okyanusta tek başıma değilim diyorsunuz, çünkü o vahşet kapitalizmi içinde benim en büyük korkumdur, Allah korusun. İlk kez bu korkuyu yıllar sonra yaşadım: iç savaş korkusu. Çünkü iki taraf da birbirini keskinleştiriyor, tek tarafı suçlayamıyorum. Yani Türkiye'de bu anlamsız örtüler, bilmem ne kavgaları yok şunlar bunlar, garip bir şekilde artık taraflar belirletiyor. Ve en korkuncunu söyleyeyim, beni en büyük korkutan şey: Onca yılın savaş deneyiminde gördüm, çocuklar, çocuk kalmış insanlar. Yani hatırlarsınız bizim kuşak bilir, işte devrimcilik de olsun, milliyetçilik de ülkücülük de olsun hep tetikçi olan kesim 14-17 yaş grubu. Bu Türkiye'de değil, dünyanın her tarafında. Bombalı eylemlere giden intihar komandolarına bakın hep o yaşlar. Ben Libya'ya gittiğim zaman, zamanında işte Sovyet modelinden esinlenip kurdukları Konsomol Teşkilatı bütün o şiddeti yapanlar veya Suriye'de Muhaberat, El- Muharebat. Hep 17-19 yaşında idealist, vatan için ölmek de öldürmek de serbest. Kızıl Kmerler'in o Pol Pot döneminde o kendi annesini ve babasını bile yargılayıp bir milyon insanı yargılayıp öldüren insanlar 16-15 işte o yaş grubu. Bizde inanılmaz boyutta, maçlarda görüyorsunuz, maç ne zaman olacak bilmiyorum pek ilgilenmiyorum da. Sivasspor şimdi ortalığı yakar yıkar diye korkuyorum. Yani bunlardan çok korkuyorum. Yani dengeleyecek işte bu kesim; yani akılcı, sağduyulu, renkleri farklı görse bile diğer renklerin varlığı için saygı duyan onları koruyan kesimler. Giderek azız, azaldığımızı ben İstanbul’da çok hissediyorum. Hakikaten sizlere müteşekkirim çünkü üç gün böyle bir salonu doldurmak bize nasip olmuyor, çok açık söyleyeyim bunu. Bunun gibi işte bir hafta sonra Çukurova'dayım. Yani çeşitlilik, biz de hizipleşme de olabiliyor, olacak tabi ki. Ama onun varlığına da benim kadar saygı duymam lazım. Acun llıcalı hiç karşılaşmadım, on yıldan beri bu çocuk, gezen gazeteci olarak karşılaştığım her yerde, toplumsal kirlenmenin farkına varmadan borozanlığını yapan bir kişi. Hiç tanımıyorum, sonradan öğrendim ve bu çocuğu tetikçi olarak kullanan bir sermaye grubu var, isimleri şu anda zikredilmesin. Onun o hazır cevaplığını, gençliğini, sempatikliğini kullanıyorlar. Çocuk ne zaman farkında olacak? Benim hiç gönülden istemediğim işte büyük bir olayın nedeni olduğu zaman. Çünkü kullanılıyor. Yani elimizdeki şu andaki iletişim öyle tehlikeli ki, demin arkadaşlarıma söylüyorum yani şu cep telefonunun yararlarını görüyoruz ama mazallah diyorum, bizim gibi bir çocuk ülkede, gelişme çağında olan bir ülkede böyle bir telefonda bir fake bir uydurma görüntüyle bir toplumsal ayaklanma. Çünkü 1977'lerde 78'lerde ben o zamanlar Türk Haberler Ajansında istihbarat görevlisiydim, gece. Sivas'ta bilmem neler bilmem neleri öldürdü diyen bir haber üzerine Sivas'a gittim. Ortada hiçbir şey yoktu, meğer galeyana getirmek için yapılan bir provokasyondu. Bir gün sonra başladı olaylar. Şimdi geçtiğimiz gün Sakarya'da yaşanan olay, çok hazır. İşte o sağduyu önemli, o dedim ya on yıl sonra karşı karşıya geleceksin bu insanlarla; senin gibi olmayabilir, senin gibi düşünmeyebilir, senin gibi konuşmayabilir, senin gibi inanmayabilir ama o senin bir parçan. Sonuçta kimse annesini seçme şansına sahip değil, ne doğduğu yeri ne ülkesini ne inancını. Biz bir arada olmak zorundayız. Üstelik dünyada bu çelişkiden ne yazık ki para kazananlar çok. Yani demin söyleyemedim bana savaş muhabirliği sırasında en çok sorulan soruydu; "Kendinizi ne hissediyorsunuz?" falan diye. Valla akbaba gibi hissetmiyorum. Bu acıyı yaşamayan insanlara acıyı aktarmak istiyorum. Bir aracım. Yoksa orada savaş çıksın da gözümün önünde insanlar öldürülsün de, çekiyim zihniyetim olmadı. Olanlar vardı aramızda, her yerde olduğu gibi. Ama bende olmadı, yani o dönemi daha iyi aktaranlar çıktığı anda ben geri çekildim. Yani daha iyisini yapanlar mutlaka var. Ama demin Özcan arkadaşımızın da söylediği gibi, dünyadada ne yazık ki basında buna ilgi azalttırıldı, kanıksatıldı. Çünkü televizyon çok daha geniş etkiyi o vahşet kapitalistlerinin arzu ettiği boyutta veriyor, kahvaltılarda artık görüyoruz. Bir de o küreselleşme sonucunda değişimlerin hızı inanılmaz boyutlarda. Yani halen şu anda en üst teknolojiyi, en ilkel çağda bile görünmeyen insanlık dışı davranışlarda araç gibi kullananlar çoğaldı. Ve denetim yok, çünkü paradır herşeyi belirleyen deniyor. İster istemez onun bir parçası oluyoruz

İZLEYİCİ: Merhaba Coşkun Abi benim bir sorum var.
COŞKUN ARAL: Buyurun.
İZLEYİCİ: Fatih adım. Ben sizin İzTV ile ilgili bir röportajınızı okudum, gazetede diyorsunuz ki ben belgesel yapıyorum, çok da emek sarf ediyorum ve bunları verdiğim zaman televizyonlara üstüne para ödeyerek veriyorum. Bunlarda yayınlayacakları zaman, RTÜK'den eğer hani belgesel yayınlama cezası alırlarsa yayınlıyorlar. Bu ortamda da işte üniversite gençliği üniversite adı da vermiştiniz hatırlamıyorum da, Acun Firarda'yı en iyi belgesel seçiyor. Bu noktada sen gidiyorsun dünyanın her tarafından bana hikayeler topluyorsun. Yorumluyorsun, anlatıyorsun iyisini kötüsünü, acısını tatlısını, mutlu hüzünlüsünü. Bu beni değiştiriyor. Benim için önemli. Bana çok ciddi katkıları olduğunu düşünüyorum, hani değiştirmek için fotoğraf diyoruz ya, sen oradaki sorunun çözümünü belki sağlayamamış olsan bile en azından beni değiştirmiş oluyorsun. Bu anlamda yaptığın iş çok güzel. Ama şu da var hani değiştirmek dediğimiz zaman fotoğrafçının kendisi de bir değişim yaşıyor. Bir fotoğrafını gördüm; sokağın ortasında asfaltın üzerinde kopuk bir baş var. Biliyorsun o fotoğrafı, yanında da satırla duran…Ruanda'da mı çekildi?
COŞKUN ARAL: Liberya.
İZLEYİCİ: Orda işte hem mutlu gibi, öfkeli gibi duran bir ağabeyimiz var. Sen bu sahneye şahit oluyorsun. Ordasın, hani ben bu fotoğrafı gördüğüm zaman irkiliyorum sarsılıyorum. Sen oradasın ve günlerce orada olacaksın, yani bu manzaraları çok daha kötü fotoğrafları, kötüden kastım yani etkileyici fotoğraflarını da gördüm. Burada olmak zihinsel bir işkence yani. Hücre hapsine maruz kalmakla belki aynı şey, belki daha da acı bir şey ve burada Coşkun Aral kendi içinde, kendi zihninde psikolojisinde ciddi değişimler yaşıyor. Belki gece uyuyamıyorsun. Bu değişimden senin kendi üzerinde fotoğrafının, bu fotoğraflama sürecinin yarattığı değişimden sen memnun musun, yoksa pişman mısın? Buradan baktığın zaman keşke orada olmasaydım, hani bu hikayeyi anlatmamış olsaydım ama orada olmasaydım dediğin bir durum var mı? Benim için kişisel olarak önemli bir soru olduğu için…
COŞKUN ARAL: Anladım. Teşekkürler. Şimdi bu olayı 17-18 yaşlarında veya 20'li yaşlarımda yaşamış olsaydım daha farklı olabilirdim ama 30'lara geldiğimde zaten benzerlerini yani insanın parçalanmış halini ameliyat masasında da gördüm, trafik kazalarında da gördüm. Bir de başkalarının yaşamlarından almış olduğum kesitleri de okudum. Olaya bir doktor bakışı içinde bakmaya çalıştım. Doktorlar biliyorsunuz, yani ameliyatlara girdiniz mi bilmiyorum? Bizim için bir anda hayatımızı değiştirecek, dönüm noktası olacak bir olayı günde 25 kere yaparlar. Yani kopmuş bir gövdenin bir parçası alınır dikilir, yeri geldiğinde bir kemik böyle güçle dışarı çıkarılır, insanın beynine bile yolculuk yapılır. Bizim mesleki deformasyonlarımızdan biri de bu tür olaylarla çok haşır neşir olup bir doktor duyarlılığı veya duyarsızlığı diyeceğim ona sahip olmak. Bu da bize mesleğin getirdiği bir deformasyon veya formasyon. Yine dediğim gibi ikilemli konuşuyorum. Onun sonucu, o olaylar beni orada etkilemiyorlar. Etkiliyor. Ne oluyor? Kusuyorum. İşte o etkiliyor ama makinemi bıraktırmıyor. Nerede bıraktırıyor? Adam diyor ki; "Gel şu söktüğüm ciğeri beraber yiyelim" diyor. Yani orada "eyvallah" diyorsun. Veyahut da biz varız diye o kafa kesme sahneleri makinelere yansıyıp çoğalmaya başlayınca haydi eyvallah çıkalım gidelim buradan çünkü bizle beraber artmaya başlıyor, insanda garip bir teşhircilik var. Benim o "Sözün Bittiği Yer" kitabı çıktığında tepkileri de düşünmüştüm çünkü aynı dönemde gariptir, korkağız biz. Aynı dönemde dünyada benim bir arkadaşım yani çok da ünlü bir fotoğrafçı James Nachtvvey de bir kitap çıkardı. Onun kitabını çıkarmasını bekledim. Dünyada böyle bir kitaba gelecek tepkileri, aşağı yukarı aynı fotoğraflar var. Bakarsınız onda siyah beyaz çoğu, bendekilerin, bendekiler renkli. Tabiî ki James'in de farkı, fark sonuçta dünyanın en büyük ustalarından biri. Ama onun kitabını çıkarmasını bekleyip devreye girdim çünkü dünyada bu kadar vahşet içerikli fotoğraflar bir arada sadece bende ve onda çıktı. Japonya'da benzerleri var, ama onlar kasap fotoğrafı gibi, yani normal şey göremiyorsunuz ifade göremiyorsunuz. O sorumluluğu niye yaptık? Açıkçası bir kitap yapma dönemi geldiğine inanmıştım. Çünkü bizde biliyorsunuz üç günlük gezileri de kitap yapan meslektaşlarımız oldu. Uzman çok var her alanda da. Dünyanın neresinde olursa olsun bir insanı baktığında o olayın içinde yaşanan şiddeti, vahşeti yeri geldiğinde bir göz bebeğinden yeri geldiğinde kopmuş organdan anlayıp tepkisini öfkesini bir şekilde dondurup bir yere koydurtacak bir yapıttı. Evet, o yüzden etkisi çok fazla ama dediğim gibi onyedi'li onsekiz'li yaşlarımda girseydim belki bizimle beraber gelip hiç on gün boyunca o sahneleri bir daha yaşamamak için otele kapanmış, inzivaya çekilmiş italyan gazeteci gibi ben de gider otururdum bir yerde. Yani hakikaten insanın beyninin bedeninin kaldıramayacağı ağırlıkta görüntüler. Ama o doktorluğun formasyonu dışında bir de dünyada bu tür işlerin yapıldığı yerlere yolculuk yapanların öykülerini yaşamlarını, yaşamlarından kesitlerini, yeri geldiğinde fotoğraflarını gördüğünüz zaman ilk olmadığımızı anlıyoruz. Yani bu işlere tanık olan ilk insan olmadığımızı anlıyoruz. Daha bir hafta önce benim bir ekibim Varşova'daydı. Oranın en büyük ajanslarından birinin şu anda yöneticisi olan Wojtek Laski, eskiden SİPA'daydı sonra kendisi bir ajans kurdu. Doğu blokunun en güçlü ajansına sahip. Ondan bir teklif geldi bana. Sen yaparsın dedi. Ne dedim konu. Ben yaparsam Ruslardan çok tepki gelir. Konu nedir? Valla dedi Stalingrad Muhasarasında cesetleri, kadavraları toplayıp Rus askerlerinin yemesi için başından sonuna kadar, yani kadavraların donmuş vaziyette toplanıp bir araca konması ilaveten işte onların hazırlanıp yenmesine kadar bütün olayın fotoropörtajını yapan yaşlı bir adam var. Yaşlı bir Rus. İşte şu an kendisi 80 küsur yaşlarında ve arşivi var. Bununla ilgili belgesel yapılmasını istiyor. Ben yapamam, yaparsam benim için sorun yaratır. Teklif etti. Bir hafta düşündüm. Gidip bu adamı yapayım mı yapmayayım mı diye. O fotoğraflardan birkaç tanesini hatırlıyorum. Yani Stalingrad Muhasarası olduğu zaman, Allah o tür savaşları hiçbir yere vermesin. Çünkü Savaşları yaşamış, ama savaşları aktaramamış bir toplum olmanın çoğu şeyini yaşıyoruz biz. Biliyorsunuz ne düzgün kitaplar var bu konuda, yazılmış romanlar, piyesler yani bir istiklal Savaşı'nı bile Nazım dışında sağlıklı anlatan ben okuyamadım, okuyanınız varsa bilmiyorum. Ama bugün dünyada baktığınız zaman bir İkinci Dünya Savaşı, bir Birinci Dünya Savaşı geçtiğimiz işte Yüzyıl Savaşları'na varan öyküler hep kitaplaşmıştır yani. Bu yüzden ünlü kitaplar, ünlü yapıtlar, ünlü eserler çıkmıştır. Bizde neyazık ki dar çünkü işte kendi bakışımıza göre oluşsak daha iyi olur diye bir bakış var. Ben mesela bu tür konularda duyarlılığım daha fazla arttı. Eğer Laski'nin bu teklifi yirmi sene önce gelseydi belki Aa ne güzel! Derdim, gider yapardım. Ama şimdi hakikaten o yük önemli, hani soğuktan donmak üzere olan Rusların açlıklarını gidermek için kendilerine ait cesetleri yedikleri bir manzara düşünün. Ben sadece gözümün önünde bir fotoğraf hatırlıyorum. Çengellere asılmış çocuk cesetleri. Bayağı kasaplarda ördek tavuk gibi asılmışlar. Savaşlarda bunlar yaşanıyor. O dönem için kimse bunları yargılayamaz çünkü yok. O dönemi yaşamayan toplum olduğumuz için biz açlığı sadece ramazanda dört beş saatlik oruç tutmayla kıyaslıyoruz. Açlığı yaşayanlardan biriyim ben biliyorum. Yani yirmi birinci günde böyle hamam böceğini üzerine koyup içgüdüsel ağzıma koydum yiyorum. Yani bunu anlatan kitaplar da yok bizde, bize bunu anlatan romanlar da çok az. Yani keşke yapılabilseydi de biz bu sokak çatışmalarından biraz kurtulmuş olacaktık. Bugün İsviçre dünyanın en donanımlı en büyük askeri gücü olmasını, o savaşları, 700 yıl önce yaşanmış savaşları, halen bugün her İsviçre erkeği kadını yılda 15 gün askerdir. Her sığınakta 1 aylık malzeme depolanacaktır. Hiçbir pakta girmeyeceğiz, hiç kimsenin taraftarı olmayacağız devam ettiriyor. Bakın İsviçrede en çok satan kitaplar savaş kitaplarıdır. Kendi pisliklerinin kitaplarıdır. Biliyorsunuz İkinci Dünya Savaşı'nda kendilerine sığınmak isteyen yüzlerce-binlerce insanın ölümünü gözlediler böyle, o zamanlar biri bizi gözetliyor yoktu ama sınırlarda toplanıp oraya girmek isteyen Fransız'ı Alman'ı Yahudi'yi izliyorlarmış. Korku var, bir daha o sahneleri yaşamak istemiyoruz korkusu. Bizde toplum olarak işte bir Türk dünyaya bedeldir ile başladık, işte bütün dünya bize düşman, her şeyi yakarız yıkarız. Malum yani hiçbir zaman irdelemek istemiyorum. Şu anda işte "en büyük asker bizim asker"den başlayıp her gün televizyonlarda aşağı yukarı 10-15 dakikayı toplayan terör mağdurları terör kurbanları işte bunu, bu manzaralar bilinseydi bu boyutlara gelmezdi. Bu milliyetçilik bu kadar keskinleşmezdi, taraftarlık keskinleşmezdi.
HALİL DİŞLİ.Sizi tanımaktan büyük zevk duydum. Türkiye'de sizin gibi çalışan muhabirlerin daha da çoğalması gerekir. Bizler burada sanıyorum editör arkadaşlarım fotoğrafla ilgileniyorlar. Bende bir fotoğrafçıyım. Sizin yaptığınız çalışmaları oldukça da zor olan çalışmaları beğenerek izliyoruz. Sanıyorum bütün arkadaşlarda aynı duyguları paylaşıyorlar. Birinci sorum, gençlere bir tavsiyeniz olacak mı? İkincisi de yapmayı çok arzu ettiğiniz ama yapamadığınız bir husus varsa? Hoşgeldiniz.
COŞKUN ARAL: Sağolun. Çok teşekkürler, gerçekten böyle bir beğeniye, ilgiye layık olabilmek. Şimdi gençlere tavsiyem ben hep kendim genç olduğum için tavsiyem yok, kıskanıyorum onları. Bugünkü teknoloji onlara çok daha ciddi rahatlık getiriyor. Bugün ulaşım çok daha rahat. Yani bir kamyonun arkasına bile asılmayı hayal bile edemediğim seyahatler yaptım. Dün Sinop'taydım. O Sinop dağlarında düşmüş bir uçağın peşine arkadaşım Savaş Ay ile beraber yaptığımız, hatta onu nerede ise orada bırakacağımız bir yolculuk geliyor aklıma. Şimdi çok daha hızlı çok daha kolay yapılabiliyor görüntüler aktarılıyor. Yani o avantajları kullansınlar. Ama dezavantajları, bilgiler hazır ve kolay ulaşılır olunca bir tembellik başlıyor. Bir de salonda bayanlarımız çok fazla. Çoğu da anne veya anne adayı. Bizim annelerimiz bizi daha disiplinli yetiştiriyorlardı. Şimdi ben hocalık yapıyorum bir üniversitede. Yani okula derse ilgi oranı öyle az ki hatta daha önce şu anda bir öğrencim var, onun üniversitesinden o şikayetten ayrıldım. Başka üniversiteye başladım. Yine aynı. Allahtan devlet üniversitelerinde ve burslu öğrenciler var. Ama hakikaten bilgiye ilgi giderek toplumumuzda azalıyor. Belgeselci olmak, televizyoncu olmak, sinemacı olmak bunlar şey değil. Çok küçük bir anekdotumu da vereyim. Bu yola çıkmadan önce bizim bir otobüsümüz var, düşe kalka gidiyoruz kendi imkanlarımızla. Yakıt buldukça yola devam ediyoruz, bulamadığımız yerde duruyoruz, işte otobüs yola çıkıyor üniversitemizden iki öğrenci geldi. Bir de Müjdat Gezen ustamız beni aradı. Coşkun dedi bir arkadaşımız var. Kendisi televizyoncu olmak istiyor, rol almak istiyor. Gelecek dedi. Hocam dedim bana numarasını verin veya beni arasın dedim. Ben dedim ki buradan 10 saatlik bir yolculuğumuz var, yolda otobüs birkaç kez bozulabilir, olabilir lastik patlayabilir eski otobüs. Bir de gideceğimiz yerlerde kalacağımız yerler lüks değil, öğretmen evinde kalırız ya da başka bir yerde kalırız. Bu koşulları da bilmemiz lazım. Bir de ısrar sonucu çok şey yiyebiliriz. Gecenin bir saatinde Müjdat Hoca aradı ya dedi ki şimdiden kusmaya başladı dedi. Bir başka gezide değil de, İstanbul'daki çekimlerde olsun dedi. Şimdi herkesi genellemek istemiyorum. Şu anda da otobüste ciddi şekilde çalışan iki arkadaşım var ama burslu, ne olduğunu da söyleyeyim. Benim övünerek takip ettiğim şu anda aralarında, bir tanesi de burada öğrencilerim var ama oranlara baktığım zaman hep 50'de 1, 50'de 2, bilemediniz 50'de 5, hep 50 kişilik sınıflarda 5 kişi işi sonuna kadar götürüyor, hepsi de başarıyor. Ama o 45'lerin ne olduğunu bilemiyorum. Çünkü aileler hep şey diyor, benim kızımın işi hazır beyefendi sınıfı geçirin. Oğlumun işi zaten dünden hazır. O hazır işlerin sahibi çocukları görüyorum. Onlara ne dişimizi teslim edebiliriz, ne işimizi, ne aşımızı, ne de geleceğimizi. Beni ürküten nedenlerden biri de o. Çünkü bizim işimiz hakikaten özveri istiyor. Biz güneşin doğusuyla var olan bir mesleğiz. Bırakın doğuşu doğuştan önce. Bir hafta önce Anchorvat'ta ben ve aşağı yukarı 3000- 4000 kişilik bir kalabalık, Anchorvat'a güneşin doğuşunu izlemek üzere saat 4'te gittik. Bu bir gün sürebiliyor, o gün bulut oluyor göremiyorsun ikinci gün gidiyorsunuz. Dünyada bilgiye ilgi, yani Özcan bilir, zaman, saat, açlık, pislik kavramlarını tanımaz. Bu doktor için de böyledir, mühendis için de öyledir astronot içinde böyledir.. Yani dünyada, hele fotoğrafçılıkta, hele görsellikte, kamerada ışık çok önemli. Bizim ışık hızından önce olmamız lazım, o yüzden hem umudu hem umutsuzluğu bir arada bulunduruyorum ama buradaki kalabalık sanırım bunun dışında. Teşekkür ediyorum sağolun var olun.

MUSTAFA BAKI: Adım Mustafa Baki. Kör birinin elinde kürekle yaptığı yolculuğu belgesel yaptım, hiçbir basın kuruluşuna kabul ettiremedim dediniz. Bu aralar televizyonlar birçok kanalı evlenmek isteyenlerin programıyla dolu. Madem Türkiye'de bu kadar çok yalnız ve evlenmek isteyen insan varsa ortada bir toplumsal problem var demektir. Bu insanlarla ilgili bir belgesel yapmayı düşünüyor musunuz?

COŞKUN ARAL: Valla güzel bir fikir. Ama siz bunu söyleyen ve öneren ilk değilsiniz. Çünkü biz geçen hafta düşündük. Ciddi söylüyorum, geçen hafta düşündük. O yıldızların hepsinin portrelerini yapmak istiyoruz. Yani bizim için yıldız onlar çünkü. Ruhsal bir yalnızlık var, biz batıdaki yalnızlıktan bahsediyoruz da çok ciddi bir konu. Patrick Süskind'in çok güzel bir kitabı vardı Parfüm'den sonra yazdığı Güvercin diye. Toplum ona gidiyor yani. Yalnızlıklar diyarında hem diyoruz, bu kadar çok genç dinamik diyoruz, diğer taraftan yalnızlık ciddi bir konu tabi sosyologların, psikologların, sosyal antropologların, artı dediğim gibi size birtakım bilim adamlarının bize vereceği veriler lazım. Peki çok teşekkürler zamanınızı aldım. Sağolun.

FOTOĞRAF YAŞATANLAR, FOTOĞRAF YAŞAYANLAR MERHABA..
Fikret OTYAM

Uçak kanadıyla kırk beş dakika ötedeki Ankara'da sizlerle olmak, olabilmek biz Otyamlar için mutluluk olacaktı. Ne ki can bakanlarım kesinlikle olmazladılar! Heyecan yasak! Sinirlenmek yasak! Üzülmek külliyen yasakI Bir de altı ay önce atlattığım ağır rahatsızlığı iyileştirme başkomutanı, eski üyeniz Filiz Otyam'ın anlatılmaz dikkati/şefkati/bakımı/koruyucu hekimliği diyelim, koyduğu düzene karşı çıkmak haksızlık olacaktı ki hiçbir haksızlığı asla kabul etmeyen, haksızlıkla/haksızlıklarla kalemiyle, objektifiyle ve dahi fırçasıyla savaşan bu savaşlarda saçını sakalını aklatan arkadaşınız olarak ona bu haksızlığı reva göremezdim elbette.
Sayrılar evindeyken Üniversite Rektöründen, Dekanından ve Filiz'den durmadan sağlığımla ilgili bilgi alan, gazeteciliğimde yazılarım ve objektifimden çekmediği kalmayan Başbakan ve sonraları Cumhurbaşkanı sayın Süleyman Demirel, eve getirildiğimde yaptığımız bir telefon konuşmasında can bakanlarımın sinirlenmek yok, kızmak yok, üzülmek yok yollu, çok sıkı buyruklarını anlatınca" bak gardaşım" demişti "işte bu zamanla bunlar gatiyen olamaz" deyip kahkahayı patlatmıştı. Haklıydı.
Kuruluş yıllarında bir zamanlar yöneticiliğini yapmak onurunu yaşamış birisi olarak AFSAD'ın bugün ki konuma gelmesinde/getirilmesinde emeği geçen herkesi yürekten kutluyor, sevgimin, saygımın kabulünü diliyor, fotoğraf yaratanları, fotoğrafın yarattığı sizlere, Antalya'dan sevgiler sunuyor sağlıklar diliyoruz.
Kim ne derse desin AFSAD denince, denilince bizler hemen bir güzel insan Merter Oral canı anarız, onun aramızdan göçmesine halâ inanamıyoruz, inanmak istemiyoruz. Eskişehir'den sevdikleriyle, öğrencileriyle
Antalya'daki yuvamıza gelende, ilk özlemi giderip arabalara atlayıp otuzbeş kilometre ötede ki Toroslarda Beydağlarında Geyikbayırı köyündeki evimizde, Filiz arkadaşınızın hemen sunduğu yiyecekler eşliğinde fotoğraf yiyip, Kur'an-ı Kerim Nahl Suresi 67.Ayet'inin buz gibi sıvılarını fotoğrafa karıştırıp içtiğimizin adı "fotoğrafla yaşama" sevinciydi.. O güzelim Ayeti yinelemek isterim:
"Hurmalıkların meyvalarından, üzümlerden de sarhoş edici bir içecek ve güzel bir rızk elde edersiniz. İşte bunda, aklını işleten bir topluluk için kesin bir mucize vardır.."
Bu arada o bizim de çok sevdiğimiz, Canon EOS 1000'ne takılı Sığma Mirror-Telephoto 1:8 f = 600mm ile kendi dünyasını yaşıyor, onu seyretmek de kıvancımıza kıvanç katıyordu. O da tıpkı Ara ve Orhan Peker'in sayesinde tanışıp sıkı bir dost olduğumuz Henri Cartier Bresson gibi, fotoğrafının çekilmesini istemezdi. O, renkli film taktığım gözüm, yüreğim ispatcım, vaz geçemediğim yılların dostu Rolleiflex 2.8 GX mi sehpaya takıp, kocaman bir tablomun önüne oturtup, fotoğrafımı çekerken, öğrencisi Filiz Otyam da çaktırmadan harika bir renkli fotoğrafını çekivermişti ve ne iyi, ne iyi etmişti..
Bresson'un ülkemizde çektiği fotoğraflardan oluşan serginin( 5 Mayıs 1970) defterinin, bir kopyasını bize de armağan etti Paris Büyükelçilik Turizm ve Kültür Müşaviri sanat ve sanatçı dostu sevgili Mukadder Sezgin.. Fotoğraf sevdalısı ve güç vericisi büyük resim ustası Orhan Peker o sıralar Paris'te…imzasına bakıyorum fotoğrafın unutulmaz yorumcusu yeri doldurulmaz Martinez'de yanında. Orhan kocaman harflerle şöyle yazmış:
"MARTINEZ + ARA+ OT YA M +BRESSON = TÜRKİYE'NİN gerçekleri… Fotoğraf+ görüş+ sergiler"
Bir başka sayfadan:
"R.Martinez (imza)
Ankara'da
Mor soğan yedik
Rakı içtik.
Otyam'ın evinde"
Ankara'da uzun süre birlikte resim ve fotoğraf üzerine rakılı, balık ve mor soğanlı yarenlikler düşmüş aklına deftere yazarken.. İkisini de özlemle sevgiyle rahmetle anıyorum.
Kimilerinin buyurduğu gibi Fikret Otyam fotoğraf sanatçısı, ustası değildir. Otyam'ın hiçbir zaman bin bir marifetli fotoğraf makinesi de olmadı, yaşayan en büyük tanığı bin yıllık can dostum/dostumuz sevgili Ara Güler'dir ve ömür boyu fotoğraf çilemi çeken. Geçen yaz Geyikbayın köyümüze kadar geldi, tıpkı Merter gibi gündüz gündüz Nahl Suresi 67.Ayet'i yerine getirdik,yanındaki arkadaşı biz iki moruğun fotoğraflarını çekti durmadan.. Biz gideriz onlar kalır
'Ne keremdir dostu ziyaret etmek..'
Her gelinti, bir dost selamıdır ki bu aynı zamanda 'vefa'dır.
Kargonun poşetini elledim, kalın, kocaman büyücek bir kitap, heyecanla açtım, bu bir fotoğraf kitabı:
'Adnan Polat/ Panoramik Öyküler/Panoramic Stories"
Yahu Adnan dedim içimden yok muydu başka bir sözcük? Panoramikmiş!
Koca sayfada bir ithaf, duygulandım ve çevirmeye başladım sayfaları gurur duyarak, kıvanç duyarak.. Bunlar, diyelim çok geniş açılı bir objektifin marifetli fotoğrafları. Hayır, içlerinde öyleleri var ki fotoğraf değil resmen ve alenen objektifle yapılmış tablolar bunlar.
Bin yıllık kadim dostum fotoğrafçı Fikri (Fikret) Polat'ı da kutlamak isterim böyle bir fotoğraf sanatçısı oğul yetiştirdiği için ..Sunu yazısından kısa bir alıntı:
Renklerle, çizgilerle dokularla ve panoramik açıyla, yaratıcılığın sınırsız olanaklarını zorlayarak, objektifime takılanlar, objektifime aradıklarım ve objektifimle yansıttıklarım. Kısaca, ışıkla, sizin için deneyimlerim ve birikimlerimle oluşturduğum öyküler. Benim öykülerim. Işıkla sürekle yazdığım.."
1977 de Filiz'le Yemen'e giderken adaşımdan yeni bir makine almıştım, meğer elimdekini de Adnan'a armağan etmişim, mutlu olmaz mısınız ?
Bu işi sevenlerden çok mu çok tanışım var, dostum var.. Ama illa güzel çekim yapmak marifetse de asıl marifet asıl yüreğinde ki güzelliği dostlarına da yansıtmak, yüreklerini kırmamak.. Veysel Usta ne der,der ki:
"Güzelliğin on para etmez"
Dünyaca ünlü olsan, şöhretten şımartılsan, kitapların neyim basılsa, kasım kasım kasılsan, dostlarının, arkadaşlarının, sevenlerinin kalplerini kırdıktan sonra onlar değil on para, bir bok etmez diyelim!(Ankaralı)
Son sözüm kulaklara bir küpe armağanım olsun: Nahl Suresi 67.Ayeti yerine getirmek marifet değil, marifet onu yerine getirdikten sonra sap yiyip saman bilmem ne yapmak olmamalı.
Ne mutlu bana/ bize AFSAD'ın; eli, kafası, yüreği, dünya görüşü ve objektifleriyle güzellikler yaratan, sunan ustaların başarılarını yaşıyoruz, mutlu oluyoruz… Biz Otyamlar, oradakilere ferade ferade selam eder sağlık ve esenlikler dileriz. Tüm güzellikler üzerinize olsun.

Antalya 1 Mayıs 2008

İbrahim DEMİREL'in Konuşması

Evet, hoş geldiniz. Şimdi ben kendi kendime ne konuşayım. İşte benim gösterim buydu ve gösterdim. Bunun üzerine sorularınız varsa cevaplayayım.
Çalışmayı hangi mekanda yaptınız?
Evet, bunun mekânı Işık Dağı Kızılcahamam çevresinde bir yer. Daha çok bunlar meşe ormanının bulunduğu ortamlarda bulunuyorlar. Ve bir yıl kadar çalışma yaptık artık dost olduk onlarla. Benim de bir grubum var. Torak diye bir sergi açılmıştı. Çoğunuz gördünüz bu sergiyi. Ve böyle bir çalışma yaptık. Belgesel olduğu için bunu da burada göstermeyi uygun gördüm. Yaşanmış ve yaşanan şeyleri bunu fotoğrafla kalıcı kılmak. Bu yazıyla da olabilir, fotoğrafla da olabilir. Fotoğraf daha çok evrensel ve daha kolay anlaşıldığı için çok daha etkili oluyor.
Başka soru var mı?
Çalışmayı ne kadar sürede yaptınız?
Buraya tabi ki çok gittik Yani belki de her ay gittik. Kış aylarında da gittik, bahar aylarında da… daha çok kış döneminde çalışıyorlar. Tabi bir aile olduk; oraya doktor götürdük, kan muayenelerini yaptık ve onların ihtiyaçlarını karşıladık. Her dertlerine deva olmaya çalıştık. Çocuklarının çoğu okumuyordu. Onları okutmak için Kızılcahamam Kaymakamlığına müracaatta bulunduk. Taşıma ve okuma için. Sonra orayı kiralıyorlar. Bir zaman geldi ki bunları bir sıkıntı bastı. Çünkü onları oradan çıkarıyorlar. O kadar meşe kesmişler, bunları mutlaka kömür yapmaları gerekiyor. Ama orda bir siyasi sorunlar var. Bu siyasi sorunlardan dolayı bunları oradan çıkarmak istiyorlar, araya girdik. Siyasi kişiler bulduk ve bunlar oradaki o kömürleri bitirene kadar orda kaldılar. Sonra dağılıyorlar. Çünkü Türkiye'nin değişik yerlerini dolaşıyorlar. Sonra bir kısmı Çamlıdere'ye gitti. Bir kısmı Konya'daki Akşehir'e gitti, bunlar meşenin bulunduğu yerlerde dolaşıyorlar. Birisini de kaybettik, İhsan diye bizim ilişki kurduğumuz oranın ileri gelenlerinden söz sahibi olan biri. Maalesef bir-iki defa traktörün altında kaldı, kurtuldu. Çünkü telefon ediyordum yok. Meğer telefonu kaybolmuş, traktörün altında kalmış. Sonra bulduk, gittik ki böyle bir kaza geçirmiş. Sonra Konya ya giderken Akşehir de yine traktörün altında kalarak vefat etti. Tabi o bizim Torak kitabında başsağlığı dileyerek o fotoğrafları yayınladık. Şimdi onlarla Türkiye'nin her yerinde temas halindeyiz, ateş yaktıkları zaman ararlar. Şimdi bizim o sergiden ve bu gösteriden dolayı TRT de artık orada gidip başka çekimler yapıyorlar. Çok zor ama, ben maden kömürüne de girdim Zonguldak'a da gittim, kaç bin km yol gittim ama işkolu olarak bundan daha zor bir iş tahmin edemezsiniz. Son derece zor şartlarda evleri gördünüz; naylon çadırlarda yaşıyorlar. Çocuklar, yiyecekler, içecekleri hepsi. Sonuçta da hayattan memnunlar ve mutlular ve zor şartlar.
Bu çalışma tabi bir yıllık bir çalışma ama, bu gösteriyi sempozyumdan haberdar olduktan sonra hazırladım. Oradaki insanlar diyalog meselesi tabi. Yani bir özelliğim var ki, ben mutlaka her şartta, her yerde bütün insanlarla diyalog kurarım. Yeter ki ben fotoğraf çekmek isteyeyim. Ve hiçbir zaman geri çevrilmem, reddedilmem. Ve diyalog kurma meselesi. İlk defa yolda biz bunları tesadüfen gördük bir kış günü Işık dağına giderken yolun solunda mavi çadırlar ve çamaşırlar asılmış bir görüntü. Buyurun gidelim dedim, arkadaşlar çekindiler, burada var mı bilmiyorum arkadaşlar. Hocam bir şey olur, nasıl falan, gelin beni takip edin dedim. Adamlar merak ettiler kim bunlar geliyorlar diye merak ettiler. İlk tepkim olarak, niye bizi çağırdınız dedim. Elimi uzattım tokalaştık, samimi tokalaşmayla. Ondan sonra hani çayınız yok mu, hemen çaylar geldi ve artık o gün bugün her şeyimizi paylaştık. Dostluğumuzu paylaştık ve onların sağlığıyla her sorunuyla ilgilendik.
Torak o işin, yani o piramit, gördüğünüz piramidin adı. O piramidin içi boştur. Alttan yakıyorlar. Alev almaması lazım. Sürekli bunu toprakla kapatıyorlar. Ve içten içe yanıyor, kömür oluyor. Yani o torak kelimesini onlar da bilmiyor, mangal kömürü yapıyorlar ama, mangal kömürünün satış fiyatı 75 krş. siz onu piyasadan 2,5-3 liraya alıyorsunuz ama, bunlar mütaahhite satıyorlar, 75 krş. satıyorlar, mütaahitten gidip biz 2,5-3 liraya alıyoruz.
Yani o kadar basit değil. Benim yaşam biçimim fotoğraf. Fotoğrafla uğraşırsan. Daha dün yani benim fotoğrafa başlama tarihim. 1968. O gün bugün çekiyorum. Daha önce Anadolu'da kırsal alanda yaşayan insanların fotoğraflarını İstanbul’a taşıdım. Sonra geçen sene bundan 2 sene önce burada yine bir gösteri yaptım. Ulusta çalışan işçilerle ilgili. Çünkü o zamanda fotoğraflarını çektiğim insanlar kendileri büyük kentlere taşındılar ve büyük kentlerde son derece mutsuz oldular. Ve bu defa da onların mutsuzluklarını çektim.
Ulus'ta sabah saat 5.30-6.00-6.30 da , (hepinize tavsiye ediyorum) Ulus'a gidin. Bu Ulus'taki insan manzaralarını görün. Tabi onları da çekmek kolay değil. Öncesi çekiniyorlar, seni gazeteci sanıyorlar. “çek baba çek, bizi kurtar" diyorlar. Ondan sonra ahbap oluyorsunuz, işini anlatıyorsun. “Benim işim seni kurtarmak değil, sen oyunu kime verdiysen o seni kurtarsın" diyorsun. Ondan sonra da benim şu anki işim yıllar sonra, torunun oğlun, yıllar sonra Ulus'ta sizin iş beklediğinizi görecekler. Bu bir belgedir. Benim işim şu an Ulus'ta sizi belgelemek. Benim insanlarla olan diyalogumdan dolayı ben bu tür konuları çekiyorum. Benim eski dostlarım da, Ara'nın fotoğrafını gördünüz, Otyam'ı da gördünüz. Bunlar da Anadolu'yu çekti tabi ki burada fotoğrafa başlamam da Otyam'ı da yadsımak mümkün değil. Çünkü ben ilk defa İstanbul’da okurken Otyam'ın sergisini gördüm. Fotoğraflarını gördüm. Yani ben neden oralıyım, ben bunları çektim o gün bugün fotoğrafa başladım ve öyle gidiyor. Gittikçe nüfus çoğalıyor, işsizlik çoğalıyor. Ondan sonra 1 Mayıs'ı, dünkü 1 Mayıs'ı gördünüz. Bunların hepsi konu bizim için. Tabi ki benim sadece ve sadece çekim değil. Ben aynı zamanda fotoğrafın bir sanat olduğuna inanan ve daha çok grafik, fotografik çeken bir sanatçıyım. Yani konu yok diye fotoğraf bitti diye bir şey olamaz. Şu kalabalığı görünce çok memnun oldum fotoğraf adına. Yer yok. insanlar ayakta duruyor. Demek ki fotoğrafa karşı bir ilgi var. Bu kadar soru varsa bu kadar fotoğrafçının da çoğalması gerekir.
AFSAD'ın 1. sempozyumunda yine konuşmacıydım. Umut Poster, İstanbul'dan Ankara'ya gelip bir çatı katında 35 metrekarede çatı katında açtığım bir büroydu. Ben burada bir grafik yapıyordum ve bir yayın yapıyordum. O yayında benim Anadolu'da çektiğim siyah-beyaz fotoğrafları kartpostalları Türkiye'nin her kitapçısında vardı. Bulgaristan da, Hollanda da, Almanya’da satılıyordu. Ben oralara gittim oralarda satılıyordu. Biz 68 insanlarıyız ve o devrimci hareket içinde yetiştik tabi. Fotoğraflar insanları halkı birbirine bağlıyordu. Aa…bizim fotoğrafımız diye. Bu fotoğraflar kitapçılarda Yasaklatıldı, toplatıldı. Yani o fotoğraflardan hapse girenler oldu. Kitapçılar tabi ki. Ben de sık sık gittim, durmadan topluyor götürüyorlardı. Savunma yapıp geliyorduk. O dönemde Nazım Hikmet'in şiirleri yasaktı. İşte yavaş yavaş onu da legalleştirmeye çalıştık. Ahmet, Fazıl Say'ın babası Ahmet Say Türkiye Yazıları diye bir dergi çıkarıyordu. O derginin özel sayıları yapılıyordu. Nazım Hikmet özel sayısı yapacaktı. Hiç bir yerde fotoğraf bulamıyor. Bana geldi, dedim hiç merak etme, çok iyi bir külliyatı vardı bende Nazım Hikmet'in onları verdim yayınladı. Özel sayıyı yayımlarken kıyak olsun diye Nazım Hikmet'le ilgili herhangi bir malzeme gerekiyorsa İzmir cad.33/30'a gidin her şeyi bulursunuz diye not yazınca bir sabah geldik ki büro darmadağın, polis basmış. Belgesel olarak Türkiye'de ilk defa çıkan fotoğraf albümü Otyam'ındır, onu da ben yaptım sonra bu çalışmalar böyle devam etti, hala da devam ediyor.

TORAK
Grup An-Kare olarak yaptığımız fotoğraf çalışmaları sırasında Kızılcahamam Işık Dağı'nda rastladığımız ve mangal kömürü yapımı ile uğraşan Mardinli bir aileyle kurulan sıcak dostluğun fotoğraf karelerimize yansıyan öyküsüdür "TORAK".
Daha sonra aylarca, hafta sonları, gidip gelip naylon çadırlarda yaşayan 48 nüfuslu 8 aileyi acı -tatlı günleri, sorunları, alın terleri, üretimleri, çay molaları, umutları, hayalleri, düğünleri, cenazeleri; kısacası yaşantılarıyla, yaptıkları işle görüntülemeye çalıştık. Acılarını paylaştık, düğünlerine konuk olduk. Çocuklarla çocuk, büyüklerle büyük olduk, kaynaştık.. Dostluk bağları oluştuktan sonra zorlu yaşam savaşlarını görüntülememize izin verdiler. Bağlar güçlendikçe yürekler açıldı, tanış olundukça sorunların göründüğünden daha büyük olduğu ortaya çıktı. Sık sık yer değiştirdiklerinden çocukları eğitim göremiyordu. Bazılarının sağlık sorunları vardı. Çevremizdeki çeşitli mesleklerden dostlarımız destek oldular. Her gidişimizde bize başka dostlarımız katıldı; oyuncak, ilaç, doktor, dişçi gibi ihtiyaçlarını karşılamaya, çaresizliklerine çare bulmaya çalıştık.. Hepimiz gücümüz yettiğince onlara destek olmayı, sorunları bir nebze olsun azaltmayı hedefledik. Ama çocukların hayallerini gerçekleştirmeye gücümüz yetmedi. Bir düğüne davet edildiğimizde içlerinden birinin, dünya güzeli Sıdıka'nın ölüm haberini aldık, kahrolduk. Bir başka gidişimizde İhsan'ın devrilen traktörün altında kalıp ezilişini öğrendik, yüreğimiz yandı.
Pikniklerde, evlerinin bahçelerinde mangallarda yaktıkları kömür ateşinde pişirdikleri etleri yiyip içen, eğlenenler o küçük mangal kömürlerinin üretiminin nasıl kocaman hayallere, hayatlara mal olduğunu bilebilir miydi ?
Odun kömürü üretimi için kurulan, üzeri toprakla örtülü ocağa "TORAK" adı verilmekteydi ve 100 kg odundan 20 kg kömür elde etmek için 76 ila 107 saat süren kömür elde etme sürecini yakından izledik. Kış günlerinin ayazında ellerimiz donarak kameralarımızı kullanmaya çalışırken, yüzümüz gözümüz is içinde kalıp üstümüze başımıza sinmiş kömür kokusunu Ankara'ya, evlerimize taşırken aslında yüreklerimizle taşınan onların bıraktığı insan sıcaklığıydı. TORAK, An-Kare Fotoğraf Grubu tarafından bir sergiye, bir kataloga, bir dia gösterisine dönüştürüldü. Onların sesini duyurmak, boğaz tokluğuna çalışarak TORAK üretimini gerçekleştiren insanların yaşam koşullarında da olumlu bir dönüşümün sağlanmasıydı amacımız.
Kömür karası yaşamların da umudun ışığıyla aydınlanmasıdır dileğimiz. TORAK üreticilerinin alın terine saygıyla.

İbrahim Demirel Gösterisinden Fotoğraflar (Torak)

Kemal CENGİZKAN Konuşması
Otuz Yıl Geçmiş...

1977 yılının sonbaharıydı, o akşam vakti, Ankara'da Çağdaş Sahne'nin önünde kolumuzun altında dernek defterleriyle kalakaldığımızda. (Özcan, Ercan, Sevim, Alparslan, Ben) Açtığımız bir sergideki bazı fotoğrafların kaldırılması isteği Çağdaş Sahne yönetimi ve dernek yönetimindeki bazı arkadaşlarla yollarımızı ayırmış ve iki ay önce kuruluşu tamamlanan AFSAD içine doğduğu mekandan atılmıştı. Sol içinde bile mücadele ve hoşgörüsüzlük o derecedeydi. Beş paramız yoktu, kiralık bir yer bulmak da problemdi. Biz dışarı atılanlar yaptığımız değerlendirmede derneği yaşatmamız gerektiği görüşünde birleştik. Bizi bir arada tutan düşünce şuydu: "Fotoğrafın toplumsal bir işlevi vardır. Fotoğrafçının içinde yaşadığı topluma karşı bir sorumluluğu vardır. Bu sorumluluğun gereği olarak gördüğü yanlışları vedüzeltimesi gerekenleri olduğu kadar toplumsal değişimi de belgeler ve geleceğe aktarır. Bunun için kullandığı aracı iyi bilmesi onda ustalaşması gerekir. Aynı görüşleri paylaşanların bir örgüt çatısı altında olması çabalarını ortaklaştırması güçlerini de arttıracaktır." AFSAD, kuruluş sergisiyle ve bizim açtığımız ve sokağa atılmamıza neden olan 'Grev' sergisi ile bu sözleri topluma duyurmuş bulunuyordu. Öyle sanıyorum ki ülkemizde kuruluş temelinde toplumsal kaygılar olan tek fotoğraf derneği AFSAD'tır. Otuzuncu yaşına ulaşan bu derneğe emek veren yöneticileri ve üyelerini kutluyorum. Çorbada biraz olsun tuzum bulunduğu için de açıkçası gurur duyuyorum.
Ben AFSAD'ın otuz yılını değerlendirmek ya da anılar anlatmak niyetinde değilim. Eskiye göre bugün belki daha popüler bir noktada olduğunu gözlemlediğimi söyleyebilirim. Ses getirecek daha fazla proje, kitap, sergi görmek dileğimi iletebilirim. Bu sempozyum da bu doğrultuda bir başlangıç olabilir, derim.
Benim asıl yapmak istediğim, geçen otuz yıla baktığımda gözlemlediğim değişimleri ve aklıma takılan bazı soruları dile getirmek. Otuz yıldaki teknolojik gelişmelerin ayrıntısına girmeyeceğim. Ancak artık herşeyin daha kolay, daha ucuz ve daha hızlı olduğunu söyleyebiliriz herhalde. AFSAD'ın kuruluş yıllarında biz amatörler için bir çekim projesine 10 kaset film ile gitmek hatırı sayılır bir maliyetti. Hele bunlar Kodacrome dia ise mirasyedice bir bütçe bile sayılabilirdi. Deklanşöre her dokunuşumuzun kaç para olduğunu hesaplayabiliyorduk. Şimdi dijital SLR'lerimizle, sayısını hesaplamadan saniyede en az beş kare çekiyoruz. Makine amortismanını da bir kenara bırakırsanız maliyet de minimum sayılır. Pekala, bu kadar kolaylıkla çekebildiğimiz fotoğraflarımızla 'neyi' çekiyoruz, ne anlatıyoruz, ne yapmak istiyoruz. Çekilen fotoğraf sayısı artmış artmasına da niye hala heyecan verici fotoğraf projelerine bu kadar az rastlıyoruz? "Ben neden fotoğraf çekiyorum" sorusunu niye bu kadar az soruyoruz? Niye yaratıcılık anlayışımız fotoşop maskeleriyle sınırlı ve ufkumuz fotoğraf yarışmalarını aşamıyor?
istanbul'da akademi (IDGSA) bünyesinde 1940'lardan beri atölye biçiminde fotoğraf eğitimi verildiğini biliyoruz ama AFSAD'ın kurulduğu yıllara gelindiğinde de üniversite düzeyinde bir fotoğraf bölümü yoktu. (Yani liseyi bitiren bir genç ben fotoğraf okuyacağım diyemiyordu.) Şimdi pekçok üniversitede gerek güzel sanatlar gerekse iletişim fakülteleri bünyesinde fotoğraf bölümleri var. Hatta grafik ve fotoğraf eğitimi veren meslek liselerimiz de var. Her yıl pekçok öğrenci mezun oluyor. Peki, fotoğraf bilgi/duygu/merak haznemiz ne kadar gelişmiş ve zenginleşmiş durumda? Üniversitelerin fotoğraf bölümü mezunları ne yapıyor? Niye hala fotoğraf eleştiri dilini

oluşturamadık, bir değerlendirme anlayışı geliştiremedik? Kaç fotoğraf eleştirmeni sayabiliyoruz, fotoğraf üzerine düşünen yazan kaç kişi var?
AFSAD'ın kuruluş yıllarında yurt dışında fotoğraf alanında ne olup bitiyor haberdar olmak şansa bağlıydı. Çok az fotoğraf albümü ortalıktaydı. Eğer paranız varsa ve bir dergiye abone olmak ya da bir kitap getirtmek istiyorsanız mevzuat hazretlerini aşmanız gerekirdi; önce proforma fatura alıp sonra merkez bankasından paranızı dövize çevirerek havale ettirirdiniz, dilekçeler, onaylar, damgalar, pullar vs. Bu nedenle fotoğraf görgü dünyamız sınırlıydı ve sığdı. Hem genel kültür olarak, hem konu ve bakış açısı olarak. Şimdi öyle mi? İnternet denen dünyayı saran ağ sayesinde artık herşey el altında, ulaşılabilir ve kolay. Peki fotoğraf ufkumuz bundan nasıl etkilenmiş durumda? Eskisine göre daha geniş ve zengin mi?
AFSAD'ın kurulduğu yıllarda gazeteler yavaş yavaş ofset tekniğine geçmekteydiler. Bu değişim sonrasında gözümüzü gönlümüzü okşayan rengarenk fotoğraflarla dolu gazetelerimiz ve dergilerimiz oldu. Fotoğrafı çok sayıda ve büyük boyutlarda kullanabilen bu yayınlarda ne yazık ki sansasyonel fotoğraf kullanımı ön plana çıktı. Bugün, 1970'lerin Hayat dergisindeki Ozan Sağdıç'ın, Ara Gülerin fotoröportajlarını sipariş verecek ve basacak gazeteler, dergiler var mı?
AFSAD'ın kurulduğu yıllara göre teknoloji öylesine gelişti ki, saatte yüzbinlerce kopyayı basacak matbaa makinelerini koyabilmek için yeni yapıların yapılması gerekiyor. Bu yatırımı yapan, artık tekelleşmiş olan yayın kuruluşları, fotoğrafçıları asgari ücretle çalıştırıyor, 30 yıl deneyimli fotomuhabirlerini bir gecede işten çıkarabiliyor. Gerek etik kuralların uygulanmasında gerek fotoğraf seçimi ve kullanımında kendine has yöntemleri olan gazetelerimizin kaçında fotoğraf editörü var, bir tahmin edin. Kaç gazete, fotoğrafçısını bir seminere, bir festivale göndermeyi gerekli görüyor? İşlerini merakla beklediğimiz fotomuhabiri var mı? Fotoğraf üretim teknolojisi gelişti ama basın fotoğrafçılığı gelişmedi, geriledi. Gözlerimiz gazetelerde Fikret Otyam'ın röportajlarını, Rıza Ezer'in fotoğraflarını daha çokarıyacak.
AFSAD'ın kurulduğu yıllarda devletin bir kültür sanat politikası yoktu, şimdi de yok. İki yılda bir yapılan Devlet Fotoğraf Yarışmaları vardı, artık o bile yok! Devletin tiyatroya sinemaya kör topal olan desteği fotoğrafa yoktu, şimdi de yok. Otuz yıl önce bir ulusal fotoğraf arşivimiz ve müzemiz yoktu, şimdi de yok, olması gerektiğini düşünen de yok. (Bu amaçlarla kurulan Fotoğraf Vakfı'nı yaşatmayı da beceremedik.) Bu konularda otuz yıldır epey istikrarlıyız yani.
Otuz yıl önce, birlikte, ortak bir amaç doğrultusunda, hiçbir çıkar düşünmeksizin ortaklaşa bir çaba içinde olmak, hayallerin peşinden gitmek yaşama biçimimizin bir parçasıydı, (burada Merter'i anmadan yapamayacağım) Otuz yılda bu anlayış galiba epey yaralandı. Ne kaldıysa geriye onu canlı tutmak, hayal kurmaya devam etmek ve insana güvenmek gerek, diyorum. Ara Güler'in 'insansız anı olmaz'dediği gibi insansız fotoğraf da olmuyor.

Kemal Cengizkan Nisan 2008

Ozan SAĞDIÇ'ın Konuşması

Tam yemek saati merak etmeyin ben fazla konuşmayacağım, hatta hiç konuşmayacağım. Sorular olursa cevaplandıracağım. Onun için kaçmanıza lüzum yok, kısa sürecek. Niçin çocuk gösterisi; en son kurguladığım konu olması dolayısıyla, en eski çalıştığım fakat en son kurguladığım konu, dolayısıyla Nisan ayı malum çocuklar dışarı çıkar, 23 Nisan dolayısıyla. Mart ayından başladı; ilk önce Hacettepe Üniversitesi Çocuk ve Çocuk psikolojisi ve sanat konulu bir sempozyum-panel karışımı bir şeyler yaptı. Orda çocuk ve fotoğraf konusunu bana vermişlerdi. Arkasından Fişek Vakfı'nın geleneksel "Çalışan Çocuklar"Yarışması; onun jürisinde bulunduk. 23 Nisan geldi, bir şey daha oldu çocuklarla ilgili, şimdi birden bire anımsayamayacağım.üst üste çocuk konusu gelince bende 55 yıldır çekmiş olduğum şeyleri, böyle bir "çocuklarımız" diye kurguladım, aslında 45 yıl önce Cahit ATAY'IN oyunu "Ana hanım. Kız hanım" isimli bir oyundu. Galiba küçük kızların erken evlendirilmesi konusunu işliyordu, işte o tiyatronun açılışında bir şenlik olsun diye bir çocuk sergisi istemişlerdi benden, fuayede ilk defa çocuklar konulu bir dergi açmıştım. Daha sonra dünya çocuk yılı dolayısıyla 70'lerde geldi o hangi sene tam anımsamıyorum. Alman Kültür Merkezi'nde",Türk Çocukları" diye bir sergi açmıştım. Sonra TRT'nin bu 23 Nisan şenlikleri benim çok hoşuma gitti üç sene takip ettim onu. Onun 10. yılı dolayısıyla işte;"Dünyanın Bütün Çiçekleri" diye bir kitap yaptım TRT adına, o yıl iki sergi birden açtım; birisi "Dünyanın çocukları" idi, birisi de "Çocukların Dünyası" idi. Yani bu çocuk konusunda epey çalışmışlığım var gibi görünüyor. İşte bir derleyip toparladık, bu gün size bir dia olarak sunduk. Dünkü 1 Mayıs gibi çok sert şeylerin yaşandığı ortamlarda, tabi belgesel fotoğrafçılığın çok sert olanları içinde bir de böyle soft bir şey oldu. Sorusu olan varsa yanıtlayayım.

Valla şimdi Türkiye'de bu iş biraz başka. Ben bir dergi adına başladım gazeteciliğe. Beni aldıkları zaman Hikmet Feridun ES vardı. Beni alan kimseler arasında; Şevket (Rado) vardı, Hikmet Feridun ES, Vedat Nedim TÖR vardı beni alan ekip arasında. Hayat mecmuası çıkarılacaktı o zaman, Hikmet Feridun ES bir laf söyledi, "biz Babı Ali'de eskimiş bir göz olmak istemiyoruz/'dedi." Babı Ali tecrübesi olmayan yeni bir fotoğrafçı istiyoruz." Magazin-dergi fotoğrafçılığı, magazini iyi anlamda kullanıyorum orda. O zamanki magazin anlayışı için. Şimdi buna rağmen benim bütün çektiğim fotoğraflar burada daha sonra belgesel fotoğraf olarak veyahut da fotojurnalizm örneği olarak sunduğum fotoğrafları hiçbir zaman ne gazetem ne mecmuam istemedi benden. Ben vazife yaparken işte yani, dünyada cereyan bu belgesel fotoğraf, belge yapmak, belge çekmek. Bir de şu tabi 1968'lerde çıkan Fikret OTYAM 'ın başlattığı diyeyim ve daha sonra bir çok arkadaşın ibrahim de vardı bunlar içinde belgeden ziyade beni etkilemiş olan belki bizim çok gençliğimizde seyrettiğimiz İtalyan yeni gerçekçiliği filmleri olabilir. Tabi Magnum fotoğrafçıları içinde meşrebimize uygun olanlar olabilir. Yani ben fotoğrafı çekerken biraz da şiirsel yönüne baktım. Yani belgesel yaparken, belge çekerken, bunun biraz da estetik değerlerinin çok ağır olması yönüne baktım, perspektifi bozuk bir resim çekmek istemedim. Sırtıma tabanca dayasalar dahi çekmem. Hani o zaman çok adet olmuştu; sümüklü çocuk fotoğrafı. Yani biraz slogana kaçan şeyden kaçıp, daha şiirsel fotoğraflar çekmeye çalıştım kendi hesabıma. Tabi bu görüş şöyledir böyledir tartışılır. Ben kendi hesabımı vermek adına yanıtlamak istiyorum. Ama belgesel fotoğraf diye çektiğim fotoğrafların pek çoğu da, benim çalıştığım yayın organı tarafından yayınlanmamıştır. Benim arşivimde değerlendirilmiştir. Hepinize teşekkür ederim.

Özcan YURDALAN Konuşması

Ben suyu aldım, çünkü biraz hızlı konuşacağım. Hem süre açısından hem de hakikaten Kemal Cengizkan'ın biraz önce yaptığı konuşma hakkında da birkaç cümle edeceğim zamanı iyi değerlendirmek maksadıyla. Şunu söyleyerek başlayacağım izninizle, Kemalin konuşmasının ilk bölümünde söyledikleri, işaret ettiği başlıklar ve aslında cevapları da içinde barındıran sorular, Türkiye fotoğrafının bugünkü panoramasını ama özellikle belgesel fotoğrafı, fotoröportajı ve basın fotoğrafını da buna dahil ederek bugünkü panoramasını çizmesi açısından son derece önemliydi.

Şunu biliyoruz ki dün akşam bir ara konuştuğumuzda sempozyumu düzenleyen arkadaşlarımızla, hepinizin elinde olan programda da belirtildiği gibi, bu sempozyumun sonunda bir ortak metin, bir durum değerlendirme metninin çıkması gerekiyor, böyle bir metin hedeflenmiş. Bu konuda yapılacak çalışmanın, Kemal'in metnini eksen alarak, temel alarak yapılmasını öneriyorum arkadaşlarımıza.

İrticalen konuşacağım için beş dakika önce bana haber verecekler konuşmamı bitirmeden önce. Süremiz toplam 15 dakika.

Sevgili arkadaşlar, aslında konuşmama müthiş bir ifşaatla başlamak istiyorum. Hem biraz sizin dikkatinizi toplamak için hem de büyük yankılar uyandıracağına emin olduğum için (!)

Yeryüzünde fotoğrafın zanaat devri bitmiştir.

Artık fotoğrafçıların önceden olduğu gibi görüntü oluşturabilmek için bir tür laborant olmasına ya da fotoğraf fiziğiyle fotoğraf kimyasını bilmesine hiç gerek kalmamıştır. Fotoğraf, yeni teknolojiyle birlikte gelişim sürecinde layık olduğu yere doğru hızla gitmektedir. Mümkün olduğu kadar çabuk ortaya çıkabilen, mümkün olduğu kadar çok sayıda üretilebilen ve mümkün olduğu kadar uzağa gönderilebilen görüntü hayatımızda giderek daha fazla yer almaktadır. Hele fotoğraf makinelerinin cep telefonlarıyla birleşmesi müthiş bir olaydır. Ortaya çıkan yepyeni bir durumdur. Bu haliyle fotoğrafın kuşkusuz bir taraftan yeniden tanımlanması, ama artık zanaat devrinin bittiğini öngörerek, varsayarak, kabul ederek tanımlanması gerekir.

Fotoğrafçıların şu konuları birer problem olarak önlerine koymaları gerektiğini düşünüyorum. Hakikaten durup dinlenmeden neyin fotoğrafını çekiyoruz? Asıl sorun Neyi nasıl çekeceğimizi bilmekte. Teknik bir konu değil bu, içeriğe dair bir mevzu. Nasıl çekeceğim? Çekmeye karar verdiğim görüntüyü, konuyu nasıl aktaracağım? Ne anlatacağım bununla? Derdim ne, neyi söylemeye çalışıyorum? Kime anlatacağım ve nerede göstereceğim. Anlatmak istediğim, derdimi ifade etmek istediğim insanlarla bu fotoğrafları nerede buluşturacağım...

Bu türden soruların, Türkiye fotoğrafının da hani haddimi aşarak söyleyeceksem eğer dünya fotoğrafının da temel problematiği haline geldiğini düşünüyorum. Çünkü fotoğrafçı olmak için fotoğraf makinesi kullanmak yetmez. Eskiden de yetmezdi şimdi hiç yetmez. Fotoğraf, fotoğraf makinesinden çok fotoğrafçının zihninde olup biten bir iştir. Ve artık fotoğraf üstüne konuşulacağı zaman, fotoğrafçının zihninin işleyişi üstüne de konuşmak gerekir. Zihniyet üstüne konuşmak gerekir. Artık fotoğraf kurslarında, temel kurslarda kuşkusuz hani o temel bilgiler edinildikten sonra ele alınması, konuşulması, tartışılması gereken şey, fotoğrafçının dünya görüşü nedir, dünya bilgisi nedir, hayata dair tasavvurları nelerdir, Hangi ideolojik formasyon içinde dünyaya ve konumuz eğer belgeselse, gerçekliğe bakmaktadır. Nerede durmaktadır? Bunları tartışmak gerekir.

Benim sözlerim genel olarak, kuşkusuz belgesel fotoğraf üstüne olacak. Bunun yöntemlerinden biri olan fotoröportaj üstüne olacak ama söylediğim her şey aynı zamanda basın fotoğrafını da kapsayacak. Hal böyleyken dünkü panel sırasında Mehmet Kaçmaz'ın sözünü ettiği ama üstünde fazla durmadığımız konuyu açmak istiyorum, içerik meselesi. Dünyada belgesel ve haber fotoğrafı çalışan saygın eğitim kurumlarının artık ilk yıl, fotoğrafçılara sadece okuma yazma öğrettiğini biliyoruz. Şu hikayeyi hatırlarsınız. Bir vakitler, kameraların büyük olduğu vakitler, fotoğrafçılarda aranan tek özellik iri yarı olmalarıydı. Bugün de çok yadırganacak bir durum değil, televizyon haber kameramanlarında da aranan özellik hala aynı, iri yarı olmak. Ama fotoğraf makineleri küçüldükçe, fotoğraf makineleri de kameralar da küçüldükçe daha ufak tefek insanlar fotoğraf çekebilir hale geldi ve aranan niteliklerde değişti. Örneğin bu nedenle özellikle kuzeydeki okullarda, ilkyıl fotoğrafçılara okuma yazma öğretiliyor. Fotoğraf çekmek değil. Dünyayı izlemek, politika bilmek, felsefeden anlamak öğretiliyor. Dolayısıyla günümüzde tartışmamız gereken ve yıllardır ihmal ettiğimiz konu, fotoğrafçının zihniyetine ilişkin bilgiler üstüne geliştireceğimiz argümanlarla yapacağımız konuşmalardır, diye düşünüyorum. Kuşkusuz bunun içinde etiğin ve estetiğin son derece önemli bir yer tuttuğunu biliyorum. Ama estetik dediğimiz zaman şunu da anlamamız gerekiyor. Sanat ve estetik, Avrupa'nın son derece kasvetli bir şehri olan Floransa'da doğmuş ve oraya tekleştirilecek bir şey değildir. Hele Ortaçağ sonrasının Rönesans estetiği, günümüzde dünya estetiği diye bize dayatılan, bize kabul ettirilmeye çalışılan şeyler hiç değildir. Dünya çünkü sadece bildiğimiz gibi Avrupa'dan ibaret değildir. Hemen aklıma geliveren Candella estetiği diye bir şey daha vardır diğer pek çoklarının yanında. Yani biz fotoğrafta sanatta estetik ya da fotoğrafta kompozisyon falan diye konuştuğumuz zaman şunu bilmek durumundayız ki rönesansın işaret ettiği kurallarla bizim bugünkü estetik problemlerimizi çözebilmemiz mümkün değildir.

"Nasıl bir zamanda yaşıyoruz?" sorusu bunun hemen arkasından geliyor, bu sözlerin. Dün Gamze Hoca konuşmasında, görüntüler tarafından yönetildiğimizden söz etti. Biraz kuşkuyla, biraz kaygıyla, bir açılıma ihtiyacı duyarak böyle bir dünyada yaşıyoruz. Handan Hoca, akabindeki konuşmasında çok ilginç bir kavram kullandı hani. Benim açımdan ilginç bir kavram kullandı. Dedi ki "bellek stratejistleri". Böyle bir şey var yeryüzünde. Biz belgeselci dediğimiz zaman fotoröportajcı dediğimiz zaman, bellek meselesiyle de doğrudan ilişkiliyiz. Yaptığımız işin toplumsal belleğe, insanlığın belleğine, kişisel belleğe göndermeler olduğunu biliyoruz. Bellek stratejistleri diye bir şeyden söz etti. Ve bizim de ürettiğimiz fotoğraflarla, çektiğimiz her görüntüyle aynı zamanda isteyerek ya da istemeyerek bir kaos ortamına, imajlar tarafından yönetildiğimiz ve bellek stratejistleri tarafından biçimlenen merkeze hizmet ettiğimizi biliyoruz. Yani çektiğimiz her fotoğraf stratejistlerin bu yoldaki projelerine, programlarına da hizmet ediyor. Bunu biliyoruz. İşte tam burada fotoğrafçının sorumluluğu diye bir problemle karşılaşıyoruz. Fotoğraf çekmek, fotoğrafçı olmak, sadece fotoğraf çekme marifetine sahip olmakla bitmiyor. Fotoğrafçının aynı zamanda fotoğrafını çektiği canlı ve ürettiği görüntü üstünde, hakkında da bir sorumluluk taşıması gerekiyor. En temel problemlerimizden biri de bu. Çünkü hakikaten ürettiğimiz görüntüler dağıldığı, yaygınlaştığı zaman, hiç istenmeyen, bağlamından koparılarak istenmeyen yerlere ulaşarak bizim kurduğumuz sözün dışına çıkabiliyor, farklı maksatlarla kullanılabiliyor. Bunların altını, sözlerimin altını çok fazla açmadan sadece başlıkları işaret ederek geçiyorum müsaadenizle. "Dürüstlük" ve "sorumluluk sahibi fotoğrafçı" kavramları da bu yanıyla altını çizmemiz gereken ve üstünde düşünmemiz gereken bir konudur diye konuşuyorum burada. Dürüstlük kuşkusuz fotoğrafını çektiğimiz varlığa karşı yüklendiğimiz kişisel bir sorumluluk olmakla birlikte, içinde yaşadığımız topluma, zamana, çağa, dünyaya karşı da üstlenilmiştir.

Peki biz "nasıl bir toplumda yaşıyoruz?" içinde bulunduğumuz kültür neye işaret ediyor? Şiddetin, cinsiyetçiliğin, ayrımcılığın, bu kültür içindeki yeri nedir?

Tam anlamıyla kapalı bir toplumda yaşıyoruz. Hiçbir şeyden haberi olmayan, çevresinde, komşularında neler olup bittiğini bilmeyen, ilgilenmeyen, bildikleri batının haber-bilgi tekelleriyle manüple edilen, bencil, kendisini merkeze koyan ve dünyanın kendi etrafında döndüğünü varsayan bir kültürün insanlarıyız. Habersiziz, sorulara sahip değiliz, totalitarizm ve militarizm günlük davranışlarımızdan toplumsal duruşlarımıza kadar içselleştirilmiş halde. Genel eğilimler bakımından böyle bir toplumda yaşıyoruz. Kuşkusuz bu toplumda muhalifler olduğu gibi kimlik stratejistleri de var, tıpkı bellek stratejistleri gibi.

Şu örneği hepiniz bilirsiniz. Ne söylemeye çalıştığımı açık edebilmek için vereceğim kurbağa örneğini bilirsiniz hepiniz. Şöyle: Bir kurbağa, kaynamakta olan suya atıldığı zaman derhal sıçrayarak kendini kurtarır, suyun dışına çıkar. Ama kurbağa yavaş yavaş ısınan bir suyun içineyse haşlanıp ölene kadar suyun içinde kalır, farketmez. Farkında olmak, bizim gibi toplumlarda yaşayan insanların, hele şanslı insanların, bizim gibi sınıfsal olarak, ekonomik olarak şanslı insanların üstüne vazifedir. Hem sorumlu olmalı, hem de farkında olmalıyız, diye düşünüyorum. Fotoğrafçılıkla biraz sonra bağlamaya çalışacağım bu konuyu. Kimi zaman o kurbağanın, yavaş yavaş ısıtılan suda ölmek üzere olduğunu fark eden bazı kurbağaların haykırdığını biliyoruz. Suyun içindeki diğerlerini, yani bizleri de uyandırmak için. Ape Musa bunlardan biriydi, canım Hrant bunlardan biriydi. Onlar aramızda yok. Ama bizim de onların hissettiği sorumlulukla, farkındalıkla yaşadığımız topluma karşı sorumluluklarımız var diye düşünüyorum.

Peki bütün bu yapı içinde, "fotoğrafçılar nerede?" diye soracak olursanız şunu söyleyebilirim. Birkaç başlık halinde, Türkiye'de sosyal belgesel fotoğrafın bir geçmişi yoktur. Herhangi bir mirası devralmış değildir. Her doğrudan fotoğrafın, "çekilen" her fotoğrafın belge özelliği taşıdığını bir yanıyla hepimiz biliyoruz zaten. Ama bunun kendiliğinden belgesel olması, hele sosyal belgesel olması söz konusu değildir kuşkusuz.

Türkiye'de sosyal belgesel fotoğraf tam kendi adıyla 75-80 arasında var olmuştur. Kendiliğinden izlenimci, dışa vurumcu, naturalist vs. fotoğraf çeken bir fotoğrafçı bu akımların teorisini, kuramını bilmeden bu tarzlarda fotoğraf çekebilir. Ama belgeselin, sosyal belgeselin ne olduğunu, şartlarını, sorumluluklarını, etiğini, hukukunu bilmeden, politikadan, sosyolojiden, fikirden, felsefeden bihaber sosyal belgesel çekilmez. Hal böyleyken Türkiye'de sosyal belgesel, 75-80 arasında kendi kuramıyla, sözüyle birlikte var olan bir yapıdır diye bu nedenle söylüyorum. 80 sonrasında -dün de biraz söz edildi- 80'le birlikte fotoğrafın içerikten soyutlanarak sadece şekil, biçim, yapı problemleriyle dolaşıma girmesi de kuşkusuz dünya görüşüyle ilişkili, politik bir tercihtir ve dünyadaki gelişimle birebir bağlantılıdır. Yeni liberal politikaların yükselmesiyle, hala etkisini çok yakından bildiğimiz, hissettiğimiz, yaşadığımız 12 Eylül askeri darbesi sonucundaki cunta rejimiyle, faşist rejimle doğrudan doğruya bağlantılıdır. Üstelik bu rejimin etkileriyle hayatın hiçbir alanında, akademi de dâhil, medya da dâhil, güzel sanatlar da dâhil, hiçbir alanda hâlâ hesaplaşmamış olmamızla çok yakından bağlantılıdır. 80 sonrasında fotoğrafın biçime yönelmiş olması büyük oranda içeriğin bir yanıyla dışlanarak, içerik derken toplumsal içerikten söz ediyorum kendi durduğum yerden bakarak, biçime hapsedilmesi sonucu ortaya çıkmıştır. 90'ların sonunda dünyadan yine bir 10 yıllık gecikmeyle beraber yeniden bir belgesel fotoğraf merakı yaygınlaşmaya başladı. Oldukça değerli çalışmaların da görüldüğü yeni bir dönem açıldı. Ancak bir merak olmaktan öte moda şeklinde yaygınlaşma riskini, tehlikesini içinde barındırıyor, sevgili arkadaşlar. Çok kısa bir süre sonra ve aniden belgesel fotoğrafın içinin boşaltılıvermesi ve gelip geçici bir merak olarak kalması riski mevcut. Çok alışkın olduğumuz, çok sık yaşadığımız durumlardır bunlar. Bir; yapılan işi görmezden gelmek, böylece onu yok saymak, ortadan kaldırmak, iki; hemencik içini boşaltıverip, işlevsiz hale getirmek, içinde yaşadığımız kültürün temel davranış kalıplarındandır. Belgesel fotoğraf da böyle bir problemle karşı karşıya. Şunu sanki özellikle işaret ederek altını çizmek istiyorum: Belgesel fotoğraf aslına bakarsanız, neyin fotoğrafını çektiğimizle hiç ilgili değil, sevgili arkadaşlar. Konumuzu nasıl anlattığımızla ilgili. Hangi yöntemle, hangi dille, hangi yaklaşımla anlattığımızla ilgili. Yani sokak çocuklarını çekerek, kağıt toplayıcılarını çekerek, genelevleri çekerek, travestileri çekerek birer belgesel oluşturmuş olmayız. Hele birer sosyal belgesel zaten oluşturmuş olmayız. Bunları nasıl, nereden bakarak çektiğimizle çok yakından ilgili bu konu. Dün burada sevgili arkadaşlarımızdan birinin bir genelev çalışmasını izledik ki bu çalışma aslında şekil şartı yerine getirildiği söylense bile belgesel çalışma niteliği taşımayan bir faaliyetti. Neden?

Somut örnek üstünden konuşalım diye söylüyorum. Fotoğrafçının nasıl çektiğiyle ve ne anlattığıyla ilgilidir belgesel fotoğraf. Eğer ki çektiğiniz insanları, nasıl çektiğinize bağlıyorum lafı, çektiğiniz insanları nesneleştirerek çekiyorsanız o fotoğrafı, bu belgesel fotoğrafın kapsamı içinde değerlendirilecek bir çalışma olmaz. O insanları deforme ederek, görünmek istemeyecekleri biçimde göstererek, gerçekleştirilen çalışmalar, belgesel diye ya da çizdiğimiz çerçeve içinde belgesel diye nitelemek doğru olmaz. Çünkü sahihlik diye bir kavram söz konusu belgesel fotoğrafta. Kendi gerçeğine uygun olma. Kuşkusuz bir sanatçının ele aldığı her türlü konuyu abartma, deforme etme, başkalaştırma, ele aldığı varlığı farklı gösterme hakkı vardır. Ama belgeselci, sosyal belgeselci yaptığı işle sahih olmak durumundadır. Yani açık, bağlamından koparılmamış ve kendi gerçeğiyle örtüşür olma durumundadır. Yine aynı biçimde belgeselcinin ne anlattığı önemlidir, nasıl söylediği ve ne söylediği. Şunun altını çizmek istiyorum "Ben sadece gördüğümü anlattım" demek yetmez. Belgeselci yaptığı işin sorumluluğunu taşımalı ve altını sözüyle de doldurabilmelidir. Çünkü aslına bakarsanız ki siz de bilirsiniz: Gördüklerimiz sadece bildiklerimizdir. Ve fotoğrafçılar, sadece bildiklerini değil, aynı zamanda anlamaya çalıştıkları süreç boyunca yaşadıklarını da göstermelidir.

Bağlıyorum sözü, bu bir sempozyum mu, biz ne yapıyoruz burada? Dün akşam eski sempozyumlara katılan arkadaşlarımızla konuştuğumuzda da ortaya düşmüş bir soruydu bu. Biz ne yapıyoruz burada? Kısa sürede hazırlanan bu sempozyum, iki günlük emek, yoğun katılım, aslında AFSAD'ın önceki sempozyumlarına benzeyen bir faaliyet değil bu. Başka türlü. Burada daha çok fotoğraflarla, gösterilen fotoğraflarla sözün bir araya gelmeye çalıştığı bir faaliyet yürütüyoruz. Neden bu böyle? Bana sorarsanız seçtiğimiz konu itibariyle böyle."Belgesel fotoğraf", başlığı itibariyle bu böyle. Çünkü, belgesel fotoğraf, hani yeniden ortaya çıkmış olması hasebiyle yeniden moda haline gelmiş, yaygınlaşmak üzere olması nedeniyle, pratikler, pratik örnekler üstünden konuşulması ve tartışılması gereken bir konudur. Az önce söylediğim söze işaret ediyorum, içinin boşaltılma tehlikesiyle karşı karşıya olduğumuzu bilerek söylüyorum.

Sosyal belgesel fotoğraf ya da belgesel fotoğraf daha önceki faaliyetlerde ya da farklı fotoğraf faaliyetlerinde rastladığımız gibi fotoğrafçının kendisini ortaya çıkardığı, göğsünü yumruklayarak

"bunu ben yaptım", "bu benim fotoğraflarım" dediği bir faaliyet değildir. Belgeselciler, sosyal belgeselciler kendilerini otaya dökmez, yaptıkları çalışmanın konusunu, öznelerini tartışma konusu haline getirirler. Kendi marifetlerini göstererek değil de ele aldıkları konuyu tartıştırarak şey yaparlar. Nedir onun adı, işlerini sergilerler. Dolayısıyla benim için fotoğrafçının tavrı, o çalışmayı yapma sebebi ve zihniyetiyle ilgili verilerden biri budur. Fotoğrafçıyı mı, fotoğrafçılığını mı tartışıyoruz gösterilen çalışmada, yoksa fotoğrafçının ele aldığı ve kamusallaştırmak istediği konuyu mu tartışıyoruz? Bu benim açımdan ölçülerden biridir. Belgesel fotoğrafın ya da sosyal belgeselin ya da foto röportajın amacına ulaşıp ulaşmadığının göstergelerinden biridir. Bunun gibi birkaç örnek izledik. Dünkü gösterilerde hatırlarsanız bu kıstas içinde bir değerlendirme yapılabilir. Hal buyken keşke bundan sonraki bir buluşmada AFSAD ın düzenleyeceği ya da başka bir organizasyonun gerçekleştireceği buluşmada biz fotoğrafları, fotoğrafçıların marifetlerini, kahramanlıklarını, gözü karalıklarını tartışmak yerine keşke sadece ele aldıkları konuları gündeme getirebilsek. Örneğin berdelin, örneğin şeyin, göçmen işçilerin ya da imbroz'daki problemin ele alındığı, tartışıldığı ve sadece fotoğrafçıların değil de aynı zamanda o konunun doğrudan muhataplarının, öznelerinin de izleyici koltuklarında bulunduğu faaliyetler gerçekleştirebilsek, keşke. Çünkü belgesel fotoğraf, galeri duvarlarına asılmak için değil çoğaltılmak içindir. Ve fotoğrafın bugün geldiği yerde de dijital teknolojisiyle beraber, ki dijitalle beraber fotoğraf ucuzlamıştır, baskı teknikleri ucuzlamıştır, çoğaltılma olanakları artmıştır. Bu fotoğraflar bunun için çekilir. Burada birbirimize gösterip de, marifetlerimizi sergilemek için değil, özünü, içeriğini tartışmak için. Bu haliyle günümüzün belgeselcileri ya da sosyal belgeselcileri büyük hikayeler anlatan insanlar değildir, destanlar yazan insanlar değildir. Daha çok küçük hikayeler, günlük hayattan biraz önce Kemal'in çalışmasında izlediğimiz gibi küçük, kendilerine dair hikayeler anlatan, bir tür gezgin masalcılar gibidir. Eski zamanların gezgin masalcıları gibi. Peki bizim hayatımızda, hani dedik ya toplum şudur budur, toplumların hayatında, bizim kişisel hayatlarımızdaki yeri nedir bunun. Bu tutumun, bu tercihin, küçük hikayeler anlatmanın karşılığı nedir? Bir kez doğrudan tanıklık son derece önemlidir. Çünkü yabancılaşma, hayatımızın en temel problemlerinden biridir. Tüketim toplumunun insanları olarak, küreselleşmenin pençesindeki insanlar olarak başımızın belasıdır. Doğrudan tanıklık yabancılaşmayı kırıcı bir şeydir. Hayatlarımızda, hem kendimize hem çevremize yabancılaştığımız hayatlarımızda, doğrudan tanıklıkla hakikaten körelmiş olan vicdanların uyandırılması için son derece önemlidir. Ve aynı zamanda var olan büyük illüzyonu, kimi zaman bellek mühendisleri tarafından, kimi zaman vicdan kurgulayıcılar tarafından yaratılmış olan büyük illüzyonu kırmak için iyidir. Günlük hayatlarımıza küçük tanıklıklarla fotoğraflar aracılığıyla bakmak, aynı zamanda anlamaya, kavramaya ilişkin bir takım sorularla birlikte hayata meraklı gözlerle bakma ihtiyacımızı giderir diye düşünüyorum. Sabrınız için teşekkür ederim. Sözlerim bu kadar.

SORU: Özcan ben Dora Günel. Ağzına sağlık söylediklerinin hepsinin altına imzamızı koyarız, göğsümüzü gere gere. Ben senden aslında bir şeyi daha duymak istiyorum. Şimdi toplumsal belgesel fotoğrafın içinde acı yatıyor aslında. Acı yatıyor. İnsani duygular yatıyor ve fotoğrafçı da bu acıyı ortaya çıkarmaya çalışıyor. Ben durduğum yerden böyle bakıyorum. Ama son zamanlarda bu içi boşaltılmış ya da içinin boşaltılabilmesi olasılığı üzerinde durdun. Bu da bana göre çok can alıcı bir nokta. Fotoğrafçının fotoğraflarını biraz kirletmesi gerektiğini düşünüyorum. Yani çok rafine fotoğraflarla biz bu acıyı anlatamıyoruz. Bu konuda senin sözlerin olacağını zannediyorum. Bunu sözle, fotoğrafları sunarken fotoğrafla, fotoğrafla yapamıyorsak, sesle, herhangi bir şeyle desteklemeliyiz diye düşünüyorum. Ve sen ne diyorsun bu konuda onları duymak istiyorum.

ÖZCANYURDALAN: Yani, galiba biraz sonra Cem hocayla, Beyhan hocayla konuşacağımız mesele sanki bunları da biraz kapsayacağı için çok kısaca görüşümü belirteyim ki Dora, o da şu: Bir kez ben, belgesel fotoğrafın, fotoröportajın, haber fotoğrafının asla altyazısız olamayacağını düşünenlerdenim. Hani bu da tartışılması gereken bir konu değil bu böyledir. Çünkü böyle olmayacaksa o başka bir şey olur. Belgesel fotoğraf kuşkusuz alt yapıyla, müzikle, sesle desteklenir, neden? Çünkü bağlamından kopmaması için mutlaka desteklenmesi gerekir. Şey meselesinde de, "kirlilik"dediğin konuda da, hani "peki biçim neyin nesi bu fotoğraflarda" diye sorduğumuz zaman, ben görme biçimlerinin de, anlatma biçimlerinin de, estetik kuralların da asla mutlak olmadığını düşünüyorum. Göreli olduğunu zamana ve mekana göre değişken olduğunu düşünüyorum. Mutlak bir estetik yoktur var demek tutuculuktur, evrim yerine yaradılışı savunmaktır. "Kirli fotoğraf mı, temiz fotoğraf mı?'dediğin yerde temiz fotoğraf dendiği zaman sadece altı tane kurala ya da atmış onbeş tane kurala uyarak kurulan bir dil ve estetik sanatçılık değil memurluktur. Bunun dışında hala eski bir düşünce belki bu bilmiyorum İsa nederbu konuda ama içeriğin hala biçimi belirlediğini düşünüyorum ben. Bizim seçtiğimiz içerik, anlatmaya çalıştığımız hikaye, onu nasıl anlatacağımıza dair bize fırsat verir. Neyin fırsatını verir, kendi yaratıcılığımızı ortaya koymanın fırsatını verir. Ezbercilik yerine, şablonları uygulayarak fotoğrafı gerçekleştirmek yerine, yaratıcı biçimsel arayışlarla sözümüzü nasıl kuracağımızı ifade etme şansını verir. Sanırım bu konuda da Murat Germen'in konuşmasında önemli ipuçları var. Ben sabah konuştuğumuz için, farkındayım. Dolayısıyla hani kalıplar ve kurallar yerine yaratıcılığın önünü açan, dikte edilmiş olanı kabul etmek ve razı olmak yerine sorgulayan bir biçimsel yaklaşımın değerli olduğunu düşünüyorum. Kimi zaman bunun karşılığı tabi ki kirli fotoğraflardır. Hani snapshut tadında fotoğraflardır, rastlantısallık hissi veren fotoğraflardır. Yani bunu nasıl yapacaksak... Hemen uzatalım çabuk çabuk gidelim. Mehmet kızacak yine şimdi.

SORU: İyi günler Mustafa Baki ben, AFSAD'dan. Erdal Kınacı Beyin dün gösterime sunduğu "gir-geç pansiyonlar" isimli sosyal belgesel fotoğrafları için sanatçının o konuyu farklı gösterme hakkı vardır. Fakat fotoğrafları belgesel özelliği taşımıyordu dediniz. Belgesel özelliği taşıması için nasıl fotoğraf çekmeliydi.

ÖZCAN YURDALAN: Şu, çok kısaca şunu söyleyeyim yani, bu fotoğraflar ben belgesel yapmadım sanat yaptım dese de benim eleştirilerimi değiştirecek fotoğraflar değildi. Bu türden fotoğraflar. Çünkü bu işin gerçekleşmesi için hakikaten fotoğrafçının kendisine dair bir takım soruları da üretmiş olması lazım ele aldığı konunun içinde. Çok net örnek söyleyeyim. Nasıl olması gerekirdi? Genelevler konusunu, Bombay genelevlerini Mary Ellen Mark da çalışmıştır. Ama asla dışarıdan değil, asla insanları nesneleştirerek değil, anlamaya çalışarak ve hakikaten ciddi bir risk alarak. Orada steril ortamlarda fotoğraf üreterek, en tehlikeli gibi gözüken konuları çekmek başkadır, Bombay genelevine gidip bir kadın olarak, güzel bir kadın olarak, kraliçemizdir Mary Ellen Mark, Amerikalı olarak gidip Bombay genelevinde bir ay tek kare deklanşör basmadan yaşaması ona bu hakkı vermiştir. Ve çıkardığı fotoğraflar da zaten böyle değildir. Çıkardığı fotoğraflar içerden bakılmış fotoğraflardır. 0 fotoğraflarda insanlar nesneleştirilmemiştir. Sözlerini kadınlar üstünden kurmuştur fotoğrafçı. Dün "Berdel" çalışmasında söylediğimiz gibi. Şebnemin kadınlar üstünden söz kurması gibi. Dolayısıyla bunun şeyi yok hani, ben size şu açıdan şu objektifle böyle çekerse olurdu diye söyleyemem kuşkusuz. Ama fotoğraf artık günümüzde öylesine kendisini deşifre etmiş bir konu ki bir kareye baktığımız zaman ya da bütün bir çalışmaya baktığımız zaman artık fotoğrafçının hislerini ve düşüncelerini ve zihniyetini de orada görmemiz son derece mümkün, birazcık dikkatle bakıldığı zaman o fotoğrafa. Benim burada gördüklerim samimiyet değildi, dürüstlük değildi. Bu fotoğraflar o açıdan problemdi. Günümüzde fotoğrafın temel problemlerinden biri, inandırıcılığını yitirmiş olması. Dolayısıyla bugün bizim fotoğrafçılar olarak temel ihtiyaçlarımızdan ve sorumluluklarımızdan biri de bu güveni geri kazanmak, yeniden elde etmek, diye düşünüyorum.

MUSTAFA BAKI: Efendim, sözünüze ilave bir sorum daha olacak. Erdal Kınacı Beyin çektiği fotoğraflar kurgusaldı. Siz daha mı orada yaşanan olayı gerçekçi olarakyansıtsın istiyordunuz. Belgesel olması için.

ÖZOl/Vyt/ffD/ILjAA/rBen orada böyle bir kurgusal çalışma yapmanın doğru olmadığını düşünüyorum.

ÖZCAN YURDALAN: Şey zamanımız kalmamış, bir daha çağırmayacaklar beni. Valla bilmiyorum idareye söyleyelim. Çok kısa o zaman ne olur. Bende cevap vermeyeyim sırf soru alalım, evet. Yani ben keyifle tahmin edersiniz ki hazırım cevap vermeye.

BİROL ÜZMEZ: (Simurgphotos) Özcan, konuşmana başlarken "fotoğrafın zanaat devri bitmiştir" dedin. Burada ne söylemek istedin?

ÖZCAN YURDALAN: Eskiden görüntü elde edebilmek için hakikaten sağlam teknik bilgilere sahip olmak gerekiyordu, fizik kimya bilmek. Bizim dönemimizde de böyleydi hani diyafram enstantene ayarını bilmek gibi, teknik bilgileri, artık bunlar ortadan giderek daha fazla kalkmakta, gözümüzün baktığı yere netleyen objektifler çıktı ya. Çok fazla anlamıyorum ama bundan daha fazla ilerleyecek, bu iyi bir şey , bu kötü bir şey değil. Çünkü fotoğraf soylu bir sanat değildir hani. Şiir gibi, edebiyat gibi, resim gibi, heykel gibi gelenekleri olan soylu, asil, bilmem ne falan bir şey değildir. Son derece soysuz bir üretim alanıdır. Dolayısıyla sürekli böyle bir değişim içinde bulunması da yapısına gayet uygundur.

BİROL ÜZMEZ: Buradan hani karanlık oda devri kapanmıştır, analog devri bitmiştiri çıkarabilir miyiz? Böyle bir şey, bu söylenmek istenebilir mi?

ÖZCAN YURDALAN : Tabi tabi, yani bitmiştir derken, bu işin arkeolojisine meraklı olan arkadaşlarımız tabi ki bunu yapacaklar. Çünkü aynı zamanda bana sorarsanız ben zanaata sanattan daha fazla değer veren biriyim. Bu haliyle zanaat yanı devam edecek ama meraklıları için, bu da bir sakınca değildir.

/S/Wd/Z.Ml/ffŞ/Z.;Özcanhoşgeldin.78'i kaçırmıştım. Ogünün koşulları gereği ama onun dışındaki bütün sempozyumlarda bulundum. Dolayısıyla böyle bir spesifik konu ama gördüğünüz gibi salon hınca hınç dolu, arkadaşların, herkesin ilgisine teşekkür ediyorum. Şimdi, benim söylemek istediğim şu, daha önce bu çalışmaları dernekler çatısı altında giderek yoğunlaşır ve vücut bulmaya çalışırdı. Ancak görüyorum ki artık derneklerin çatısının altında daha özel, daha iyi şeyler üretilmeye başladı. Acaba diyorum, hani şu eğitimde vardır, eğitimin tanımında vardır. Kişilerde, bireylerde istendik davranış biçimlerini oluşturma olgusu. Dolayısıyla korkulması isteniyorsa korkması istenir. Başka şeyler isteniyorsaoyurttaşlardan,obireylerden o tür davranış biçimleri zenginleştirir. Bunu artık derneklerimizde mi uygulamaya başlıyor da, arkadaşlarımız derneklerden sıyrılarak daha bağımsız daha özgün daha iyi işler üretmeye başladılar. Bunu soracaktım

ÖZCAN YURDALAN: Evet, bence bu doğrudur. Doğru bir tespittir.

İSMAİL MURŞİL : Bir de çok kısa bir dakika alıcam. Biliyorsunuz, dünyamızda bir buçuk milyarın üzerinde insan günlük geçimlerini bir doların altında ki paralarla sağlamaya çalışıyorlar. Ve açlar giderek çoğalıyor. Saldırmaya başladılar, kendi sermayedarlarına ve sermayedarlarını koruyan silahlı güçlerine doğru saldırmaya başladılar. Bizde de 1 Mayıs'ı yasakladılar. Bunun altında bir hesaplaşmayla beraber başka bir şey var. Sermayedarları koruma kaygısı var. Birleşmiş Milletler Örgütü gıda fonu oluşturdu, ayrı yani gıda çalışmalarının dışında gıda fonu oluşturdu. Bu fondan işte o açlara, isyan eden açlara bir şeyler dağıtılarak susturulmaya çalışılıyor. Dolayısıyla belgesel çalışma yürütecek, özellikle örgütlü gruplar hakkında ne düşünüyorsunuz. Bağımsız değil örgütlü
gruplara çağrı yapılması           

ÖZCAN YURDALAN: Ben genel olarak çok kısa söyleyeyim İsmail dışarıda da konuşuruz ama artık dağılmak gerektiğini düşünüyorum. Fotoğrafçıların dağılması gerektiğini düşünüyorum. Dün de sözünü ettiğimiz gibi Halkevleri, Cumhuriyetin ilk dönemindeki Halkevleri'nin fotoğraf kolları yok artık. Fotoğraf son derece ayrıntılanmış, ayrı dallarda faaliyetler gerçekleştirebilecek bilgi ve üretim doygunluğu kazanmıştır. Belgeselcilerin, habercilerin, akademisyenlerin vesaire vesaire hobicilerin, ki en ileri gruptur, tırnak içinde tartışılır. Artık kendi bağımsız yapılanmalarını kurmalarını gerektiğini düşünüyorum. Belgeselciler de aynı biçimde kendi ayaklan üstünde durarak devam etmeliler. Çok teşekkür ederim.

Bağımsız örgütlenmeler kurulmalı İsmail. Çünkü akademisyenlerin problemleri ayrı haber fotoğrafçılarının problemleri ayrı ve kimi zaman çok olumsuz biçimde çatışıyor bunlar. Hobi fotoğrafçıları biliyor musunuz, hobi fotoğrafçıları, profesyonel serbest fotoğrafçıların önünü kesen, ayakta kalmalarını engelleyen en önemli gruptur. Onların hayatlarını sadece fotoğrafla sürdürebilme şansını engelleyen derneklerimizin fotoğrafçılarıdır. Ama bu derneklerin problemi değil, freelens çalışan fotoğrafçıların problemi.

CAN ÇETİN: Zonguldak'tan. Şimdi dünden beri 11 tane gösteri izledik. Onur konuklarının gösterilerini bir kenara bırakırsak onun dışında benim programa baktığımda üzerinde çağrılı gösteriler diye belgesel fotoğrafçılık sempozyumunda bize gösterilen 6 tane de gösteri izledik. Ve ben bugün sizin anlattıklarınızdan anladığım kadarıyla sizin için bunlar içinde "Berdel" ve "imbroz" dışındakilere siz

ÖZCAN YURDALAN: Hızlıca aklıma gelen ilk isimleri söyledim. Öyle değil, yani mutlak yanlış ve mutlak doğrular yok.

CAN ÇETİN: Ne diyebiliriz peki diğerlerine? Siz çok açıkça eleştirilerinizi söylediniz burada. Diğerlerine biz ne diyebiliriz.

ÖZCAN YURDALAN: ille ille adını koymak gerekmiyor.

ÖZCAN YURDALAN: Çünkü o çalışmalar mutlak kötü, berbat, gruplama dışında faaliyetler değil, öbürleri de şahane, mükemmel, en doğru örnekler değildi. Hepsinin içinde doğrularıyla yanlışları vardı kuşkusuz. Bu tartışma sanki biraz uzun gibi, kesmiyim diğer arkadaşların önünü. Sadece şu ihtiyacın karşılığıysa eğer adını koymak gerekir. Bir kısmı belgeseldi, bir kısmı iyi belgeseldi, bir kısmı kötü belgeseldi, bir kısmı başarılıydı, öbürleri değildi, diyelim. Gamze, buyur.

GAMZE TOKSOY: Ben hızlıca toparlayayım. Şöyle bir laf ettin. Fotoğrafçının marifetini tartışmak yerine fotoğrafçının ele aldığı konuyu o konunun öznelerini tartışmak önemli dedin. Şimdi buna ben, aslında neyi kastettiğini anlıyorum, söylediklerinin büyük bir kısmına da bütünüyle katılıyorum ama bu cümle şöyle bir risk barındırıyor. Bence biz belgeseli konuştuğumuz her yerde, fotoğrafçının tavrının, fotoğrafçının kendisini konuşmak zorundayız.

ÖZCAN YURDALAN: Fotoğrafçının?

GAMZE TOKSOY: Yani, fotoğrafçının marifeti dediğin şey eğer bir yarışma kültürünün bu kadar hakim olduğu bir topluluktan söz ederken, hani kastettiğin böyle bir şeyse elbette itiraz ediyorum ama fotoğrafçının kim olduğu ve niyetinin ne olduğu, çeken öznenin kim olduğunu biz belgeselde tartışmak zorundayız bence.

ÖZCAN YURDALAN: Kuşkusuz.

GAMZE TOKSOY: Öteki türlü şey havada kalır. Yani belgeselin konusuna yaklaşan kişinin tavrı havada kalır.

ÖZCAN YURDALAN: Ben entellektüelizmi hani öyle bir şey çıktıysa asla öyle bir tutum içinde değilim son derece değerlidir fikirsel faaliyetler. Bunlar hangi alanda üretiliyorsa o merkezler son derece değerlidir, bu tür faaliyetler de çok değerlidir. Ama artık fotoğrafçıların amacı fotoğraf yapmak olmamalı, fotoğraf çekmek ve iyi bir görüntü elde etmek olmamalı, bu nedir ki. Bu şunun gibi bir şeydir. Yani alfabedeki harfleri yan yana getirerek düzgün bir cümle kurabilme marifetine sahip olmak demektir. Düzgün bir fotoğraf elde etmek bundan fazlası değildir. Yarışmalarda ödül almak da aynı. ilkokulda yakaya iliştirilen kırmızı kurdeledir daha fazlası değil. Artık fotoğrafçıların amacı bu olmamalı, ele aldıkları konuyu kamusallaştırmalı, tartışabilir hale getirmeli ama bunun muhatabı da sadece fotoğraf çevresi olmamalı, gibi bir şey söyledim. Çok teşekkür ederim, sağolun.

SEMPOZYUM SONUÇ BİLDİRGESİ

Fotoğraf bize dünyayı gösterdi. Fotoğrafçılar, göğüslerinin üzerinde bir çan, sınırlar aşarak gelip durdular yürek kapımızın önünde. Acıyla, kederle, sevinçle çaldılar kapımızı. Yaşadığımız hayatın yaşanmaya değer olduğunu gösterdiler. Uyardılar bizi, anlattılar bize, paylaştılar bizimle.

Fotoğraf gelecekten ödünç aldığımız dünyamızın nasıl kirletildiğini ve bizden nasıl çalındığını anlattı. Durup yolağızlarında aklını yitirmiş insanların çaresizliğini, göç eden insanların yalnız aklını değil, gözlerini de doğduğu topraklarda bıraktığını gözümüze sokarak gösterdi. Her şeye rağmen yarın düşünün, umudun olduğundan söz etti. Ellerinde mum izleri gündüzün karanlığında çocuklarını arayan "Plaza De Mayo" Annelerinin, Cumartesi Annelerinin acılarını taşıdı eşiklerimize. Sular incinmiş, rüzgar yaralanmıştı...

Kuşların uçmaktan korktuğu kentlerde gökyüzü ve bulut oldu fotoğraf, iyiliğin sözünü kurabilen fotoğraf, bize dünyaları gösterip yeni dünyalar düşü kurmamızı, BAŞKA BİR DÜNYANIN_MÜMKÜN OLDUĞUNA DAİR UMUDU YAŞATMAMIZI sağladı. Yaşamanın ve yaşamı savunmanın olanaklarını sundu bize. Uzaklar çağırdı bizi, yeni serüvenlere çıktık içimizdeki insanı bulmak için. Başka yaşamların tanığı ve tarafı yaptı bizi, birden çok hayatlar yaşadık. Baktığımız görüntüler içinde kendi suretimizi gördük. Fotoğraf, bakarkör olduğumuz hayatı görünür kıldı, itiraz etme hakkımızı tüm sonraki zamanlarda inatla ve ısrarla sürdürdü. Fotoğraf acılar, tükenişler, hızla yitirdiğimiz dünya için aralıksız konuştu ve yaşamın tek değerli şey olduğunu anlattı. Eskiyordu her şey ve Fotoğraf acı yüzünü gösterdi bize. Geçip gidene yeniden dönmek olanaksızdı, bizi düşsel yolculuklara çıkardı. Sararmış bir fotoğraftaki solgun ışıktan yola çıkarak bulduk önceki yaşamlarımızdaki izleri.

Bir vicdan tutanakçısıydı fotoğraf ve yitirdiğimiz şeyler için toplumsal bir eleştirinin aracı olarak kullandık fotoğrafı. İnsanın bir çehresinde bin bir yüzünün hallerini gördük bir kadraj içinde. Tanık olmak ve itiraz etmek kadar sanatın, güzelliğin, doğanın farkına vardık. Gözlerimizin ayasına işledik akıp giden hayatı, içimizdeki dünyalara çevirdik objektifimizi. Sanatın ve sanatçının özgür yaratıcılığı kameramızla yaşam buldu. Dile geldi cümle alem, börtü böcek, akan su, dağların kalbiyle konuştuk. Bizi yaşamla eşitledi, sözün tükendiği yerde konuştu fotoğraf. Birer tarih yazıcısıydık, fotoğraflarla tarih yazıyorduk. Bu sorumluluk bizi uykusuz bıraktı, aç ve yorgunduk. Ama güzeldi ve her karede söylediğimiz ayrı bir şarkı vardı. Bazen bir mayındı ya da bir kurşundu gördüğümüz son fotoğraf. Bunu göze aldık, çünkü öteki yaşamlardan sorumluyduk. Ölen ağaçlardan, öldürülen hayvanlardan, kirletilen sulardan, çalınan yaşamlardan, kaybedilmiş duygulardan sorumluyduk. Aşklardan ve ayrılıklardan, çocuklardan, yaşamak aşkına sorumluyduk çünkü; farkındaydık. Sayısız fotoğraf çektik ve sayısız fotoğraf asılı kaldı gözlerimizin ayasına.

Dönüp ardımıza baktık, otuz yıldır usanmadan biriktirmişiz. Biriktirdiğimiz ne varsa (fotoğraf, bilgi) paylaşmak istedik. Ve yeni fotoğrafların izini sürmek için sempozyum kapsamında çağrılı konuklarımızdan öğrenmek istedik.

Dostlarımız arandı ve anlatıldı heyecanımız, sesimiz boşlukta kalmadı yanıtlar geldi ardından, "Tamam benim de adımı yazın"onayı AFSAD'ın 30 yıldır yaptıklarına duyulan güvendi. Fotoğraflar çıkarıldı arşivlerden, öylece kalsın istemedik, alındı tozları, söyleyecek sözleri vardı daha, onardık kıvrımlarındaki yara izlerini. Bu zorlu yol bizden önce yürünmüştü, yokluk ve el yordamıyla. Ayak izlerine basarak bulduk ışığın kaynağını. Biriktirdikleri bilgi ve görüntüler yeni ışıkların kapısını araladı. Vefa borcu ödenemezdi, sevgiyle andık bizden önce gidenleri. Yeryüzünün yüzlerce yaşamına tanıklık ederek, derin izler bırakan bu cesur fotoğrafçıları kalbimizle alkışlayarak onurlanıyoruz.

Bu yürekli fotoğrafçıların hayatımıza sundukları hayal ve hayat bilgisi dersidir. Dersimiz olan fotoğrafı iyi okuyalım... Bu gereklidir.

Yürüdüğümüz yol, durduğumuz yer, bize bu buluşmayı gerçekleştirme sorumluluğu verdi. AFSAD 7. Fotoğraf Sempozyumu "Belgesel Fotoğraf Buluşması"nda AFSAD Yönetim Kurulu'nun kararının tarihi bir karar olduğunu bilerek kayıt düşmek gerekir. Bu çalışma çok kısa denebilecek bir zamanda olağanüstü bir çabayla Sempozyum Yürütme Kurulu tarından gerçekleştirilmiştir. Aklını ve hünerini esirgemeyen tüm AFASD'lılara sevginin sesiyle, kalbimizle teşekkür ederiz. Güç olanı başarmamızı sağlayan sevgili dostlar, fotoğrafçılar, fotoğraf yazarları, bilim sanat insanları, fotoğraf emekçileri, yürüyüşümüze kattığınız sahici eleştiri, önerileriniz ve alkışlarınızı AFSAD ve ülkemizin fotoğrafçıları tarafından sevgiyle anımsanacaktır. Çağrımıza istanbul, İzmir, Kocaeli, Balıkesir, Adana, Kayseri ve Zoguldak'tan katılarak sırt çantalarındaki öykülerini bizimle paylaşan dostlarımız, gülümseyen iyiliğim, teşekkür ederiz. Sempozyum çalışmalarımızın ülke genelinde duyulmasını sağlayan radyo, televizyon ve gazete emekçilerine teşekkür ederiz. Bu buluşma bir dizi sorumluluğumuzu bilince çıkarmış ve önümüzde görevler sıralamış, sorular çoğalmıştır. Soruların yanıtlarını aramak ve başarmak için daha çok dayanışmaya, paylaşmaya gereksinmemiz var. Daha çok bilgi ve fotoğraf üreterek 8. Sempozyumda buluşma dileklerimizle, hoşça kalın.

AFSAD 7. Fotoğraf Sempozyumu Belgesel Fotoğraf Buluşması Yürütme Kurulu Adına Mehmet ÖZER

linkedin facebook pinterest youtube rss twitter instagram facebook-blank rss-blank linkedin-blank pinterest youtube twitter instagram