Sanat tarihçisi, Eleştirmen, Küratör / Art Historian, Critic, Curator
TÜRKİYE
Doç. Dr. Altınbaş Üniversitesi Ortak Dersler Bölümü; firat.arapoglu@altinbas.edu.tr
Sanat tarihçisi, eleştirmen ve bağımsız küratör olarak İstanbul’da yaşayan Fırat Arapoğlu, Altınbaş Üniversitesinde Ortak Dersler Bölümü’nde Doç. Dr. olarak çalışmaktadır. Türkiye ve yurt dışında birçok serginin küratörlüğünü yapmıştır.
Yakın tarihli projeleri arasında Anita Taylor, Moonraker Solo sergi (2024, Vision Art Platform, İstanbul), Bir Varış Bir Yokuş, Ahmet Rüstem & Hakan Sorar solo sergi (2024, Vision Art Platform, İstanbul), Bir Rüya Açılır, Aida Mahmudova solo sergi (2024, Vision Art Platform, İstanbul), Fire, Albena Baeva solo sergi (2024, Collect Gallery, İstanbul), Çoklu Perspektifte, Grup Sergisi (2022-2023, YARAT, Bakü) Diğer Kentsel Düzen(ler), Sophia Grancharova solo sergi (2022, the ICA, Sofya), Kazı İzleri, Uluslararası Gezici Sergi (2022, İstanbul, Dundee, Barcelona), 6. Uluslararası İstanbul Çocuk ve Gençlik Bienali (2022, İstanbul), “Unutulmayan Gelecek”, Krassimir Terziev solo sergi (2019, Versus Art Projects, İstanbul) sayılabilir. 3. Çanakkale Bienali, 3. ve 4. Uluslararası Mardin Bienalleri ve 1. Akdeniz Çağdaş Sanat Bienali’nin eş-küratörlüğünü yapmıştır.
Türkiye’de ve yurtdışında katkıda bulunduğu sanat dergileri arasında Sanat Dünyamız, Genç Sanat, Art-İst Modern & Actual, ICE, ARTAM, Art Unlimited, Eleştirel Kültür, RH+, İstanbul Art News, ArtDog İstanbul, Varlık ve Flash Art sayılabilir. Sanat ve sanat eğitimi üzerine makaleler yazmış, ulusal ve uluslararası sempozyumlarda bildiriler sunmuş ve kitap bölümleri kaleme almıştır. İstanbul Modern Sanat Müzesi, Moda Sahnesi, Atölye Maçka, Narmanlı Sanat, Nazım Hikmet Kültür Merkezi ve İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde konuşmalar ve atölyeler gerçekleştirmiştir.
Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği üyesidir.
Fotoğraf, başlangıcından bu yana, gerçeklik algısının şekillenmesinde önemli bir rol oynamıştır. Ancak dijital yeniden-üretim, yapay zekâ ve imgelerin her yerde hazır ve nazır olduğu bir çağda, fotoğraf ve çağdaş sanat arasındaki ilişki derin değişimler geçirmektedir. Bu araştırma, fotoğrafı eleştirel bir perspektiften inceleyerek, medyumun sermaye, ideoloji ve direniş yapıları içinde nasıl işlediğini analiz etmektedir. Walter Benjamin, Guy Debord ve kapitalizmin eleştirmenlerinin teorilerinden yararlanan bu çalışma, fotoğrafın hem bir ideolojik güçlendirme aracı hem de potansiyel bir devrimci eleştiri alanı olarak ikili rolünü araştırmaktadır. Araştırma üç temel alana odaklanmaktadır: fotoğrafın metalaşması, görüntü ekonomisinde emeğin dönüşümü ve fotoğrafın geç kapitalizmin gösterisindeki işlevi.
Fotoğraf, Sermaye, İdeoloji
Giriş
Fotoğrafın gerçekliği temsil etme niteliği, onu, belgeleme, sanatsal ifade ve politik direnişin temel bir aracı haline getirmiştir. Ancak algoritmik üretim ve sonsuz dijital çoğaltım çağında, fotoğrafın rolü giderek belirsizleşmektedir. Bu araştırma, çağdaş sanatta fotoğrafı eleştirel bir perspektiften inceleyerek, şu sorulara yanıt aramaktadır: Fotoğraf kapitalist sistem içinde nasıl bir işlev görüyor? Teknoloji, fotoğrafın emek ve değerle olan ilişkisini ne ölçüde değiştirmiştir? Fotoğraf hala bir direniş aracı olarak hizmet edebilir mi yoksa gösteri tarafından tamamen absorbe edilmiş midir?
1. Fotoğraf ve İdeoloji
Louis Althusser'in Devletin İdeolojik Aygıtları (DİA) kavramı, kurumların ideolojiyi sürdürmek ve egemen sınıf çıkarlarının hakimiyetini korumak üzere nasıl işlediğini anlamak için eleştirel bir çerçeve sunmaktadır. Zorlama yoluyla işleyen Devletin Baskıcı Aygıtlarının aksine, DİA'lar, ideoloji yoluyla işleyerek, bireyleri özneler haline getirir (Althusser, L., 2003).
Fotoğrafın ideolojik işleviyse algılanan nesnelliği nedeniyle özellikle önemlidir. Susan Sontag (2005) ve John Tagg'in (1988) öne sürdüğü gibi, fotoğraflar genellikle gerçekliğin olgusal kayıtları olarak görülür, ancak doğaları gereği, inşa edilmişlerdir ve iktidar yapılarına derinden bağlıdırlar. Medyada, reklamcılıkta, gözetimde veya sanatta fotoğraf, algıyı ve toplumsal davranışı koşullandıran ideolojik bir güç olarak işlemektedir.
Althusser; medya, eğitim ve din kurumları ve kültürel üretimler de dahil olmak üzere, çeşitli DİA’lar tanımlar. Bu aygıtlar, ideolojiyi doğal görünen yollarla üretir ve yeniden-üretir, böylece egemen sınıfın değerlerinin hakimiyetini sürdürür (2004). DİA'lar kamu bilincini koşullandıran görsel anlatıları seçerek, çerçeveleyerek ve yayarak, bu süreçte oldukça önemli bir rol oynar.
Örneğin, foto-muhabirliği olayların nasıl anlaşıldığını ve hatırlandığını şekillendiren güçlü bir ideolojik müdahale aracıdır. Roland Barthes, fotoğrafların gerçekliği tasvir etmekle kalmayıp ona nasıl anlam yüklediğini vurgulamıştır (1996). Haber medyasındaki görüntülerin seçimi kamuoyunu etkileyerek egemen ideolojik konumları güçlendirir. Nick Ut'un Napalm Kız (1972) veya Eddie Adams'ın Bir Vietkong Mahkumunun İdamı (1968) gibi ikonik savaş fotoğrafları, politik söylemleri ve kamusal duyguları şekillendirerek imgelerin tarihsel bilinci nasıl inşa ettiğini göstermiştir. (Görsel 1 ve 2).
Reklam fotoğrafçılığı da arzuyu inşa ederek ve tüketimi normalleştirerek kapitalist ideolojiyi sürdürür. Judith Williamson’ın belirttiği gibi, reklam görüntüleri yalnızca ürün satmakla kalmaz, toplumsal cinsiyet, sınıf ve kimlikle ilgili ideolojik mesajlar da kodlar (2000). Bununla birlikte fotoğraf, aynı zamanda, devletin gözetiminde iktidarın ve toplumsal kontrolün pekiştirilmesinde kullanılan bir araçtır. Michel Foucault, fotoğraf dahil olmak üzere görsel teknolojilerin nasıl biyoiktidar araçları olarak işlev gördüğünü, nüfusları nasıl kategorize ettiğini ve düzenlediğini tartışmıştır (1992). Alphonse Bertillon'un kriminolojideki antropometrik fotoğrafçılığından çağdaş yüz tanıma sistemlerine kadar, fotoğrafçılık bireyleri sınıflandırmak, gözetlemek ve kontrol etmek için kullanılmış ve genellikle, ırk ve sınıf temelli güç hiyerarşilerini pekiştirmiştir.
Böylece fotoğraf nötr bir araç değil, toplumsal gerçekliği şekillendiren ideolojik bir aygıt olarak görülmektedir ve bir DİA olarak gazetecilik, reklamcılık, gözetleme ve sanat aracılığıyla işlev görerek egemen ideolojilerin inşasına ve yeniden-üretimine katkıda bulunur.
2. Fotoğraf ve Sermaye
Marksist teori, sanatı, tarihsel materyalizmin geniş ölçekli sosyo-ekonomik çerçevesi içine yerleştirir. Sanayileşmenin bir ürünü olarak fotoğraf, kapitalist üretimin çelişkilerini somutlaştırır; yani imge üretimini demokratikleştirirken aynı zamanda meta kültürünü de güçlendirir. Marx'ın meta fetişizmi analizi, bir yandan fotoğrafın estetik veya toplumsal değeriyle birlikte aynı zamanda piyasa güçleri tarafından şekillendirilen bir nesne olarak anlaşılabileceğini göstermektedir (2011).
Başlangıçta hakiki temsiller olarak algılanan fotoğraflar, küresel sanat piyasasında metalaşmış mallar haline gelmiştir. Değişim değerleri çoğu zaman kullanım değerlerinin önüne geçerek kapitalist üretim biçimlerini pekiştirmektedir. Walter Benjamin'in ufuk açıcı makalesi Tekniğin Olanaklarıyla Yeniden Üretilebildiği Çağda Sanat Yapıtı, mekanik yeniden-üretimin sanatın işlevini nasıl dönüştürdüğüne dair Marksist bir eleştiri sunar. Benjamin, makalenin ikinci bölümünün girişinde şunu belirtir: “En etkin düzeydeki yeniden-üretimde bile eksik olan bir yan vardır: sanat yapıtının şimdi ve burada’lığı -başka bir deyişle, bulunduğu yerde biriciklik niteliğini taşıyan varlığı.” (Benjamin, 2007; 53).
Guy Debord da imgelerin kapitalist ideolojinin sürdürülmesindeki rolünü eleştirir. Çağdaş sanatta merkezi bir araç olan fotoğraf, hiper-görünürlük, kitlesel yeniden-üretim ve dolaşım yoluyla bu gösteriye katkıda bulunur. Debord “Genel anlamda gösteri, yaşamın somut tersyüz edilişi olarak, canlı olmayanın özerk devinimidir.” tespitiyle gerçeklikten kopan imgelerin, kendi başlarına bir yaşam sürerek, yabancılaşmayı pekiştirdiğini savunur (1996). Fotoğraf, özellikle de kitlesel olarak yeniden-üretilen biçimiyle, yaşanmış deneyimleri metalaştırılmış temsillere dönüştürerek bu süreci örneklemektedir. Reklamcılıkta, gazetecilikte ve sosyal medyada görüntüler doğrudan deneyimin yerini alarak, algıları ve arzuları kapitalist çıkarlara hizmet edecek şekilde şekillendirir. Debord'un belirttiği gibi, “Doğrudan yaşanmış olan her şey, yerini bir temsile bırakarak uzaklaşmıştır.” (1996).
Debord'un meta fetişizmi eleştirisi, Walter Benjamin'in mekanik yeniden üretim kavramıyla örtüşmektedir. Debord, “Gösteri, öyle bir birikim aşamasındaki sermayedir ki, imaj haline gelir.” diyerek, görsel kültürün onu üreten ekonomik yapılardan nasıl ayrılamaz olduğunu vurgular (1996). Fotoğraf, yeniden-üretilebilirliği ile görsel deneyimin metalaşmasını örneklemektedir. İkonik fotoğraflar sanat piyasasında yüksek değerli metalar olarak alınıp satılmakta, bu da medium’u, kapitalist değişim sistemlerinin içine daha da fazla yerleştirmektedir.
3. Direniş
Fotoğraf genellikle egemen ideolojiyle uyumlu olsa da bir direniş alanı olarak işlev görebilir. Martha Rosler’ın İki Yetersiz Tanımlayıcı Sistemde Bowery (1974-75) ve Allan Sekula’nın Balık Hikayesi (1995) çalışmaları, toplumsal eşitsizlikleri ifşa ederek ve kapitalist hakikati sorgulayarak, hegemonik anlatılara meydan okur. Bu tür karşı-hegemonik fotoğrafik pratikler, dünyayı görmenin ve anlamanın alternatif yollarını sunarak ideolojik uyumluluğu bozar.
Fotoğrafçılık, uzun zamandır, kapitalizme karşı muhalif direniş için güçlü bir araç olmuş, sistemik eşitsizlikleri eleştirmek, sömürüyü ifşa etmek ve ezilenlerin seslerini yükseltmek adına önemli bir araç olarak hizmet etmiştir. Fotoğrafçılar, egemen anlatılara meydan okuyan görüntüleri yakalayarak, kapitalist sistem tarafından yayılan filtrelenmiş imgeleri tarihsel olarak bozmuşlardır. Örneğin, Büyük Buhran sırasında Dorothea Lange gibi fotoğrafçılar, ekonomik çöküşün neden olduğu yoksulluk ve yerinden edilmenin sert gerçeklerini belgeleyerek, kamuoyunu, kontrolsüz kapitalizmin maliyetiyle yüzleşmeye zorlamıştır.
Günümüzde, fotoğraf bir direniş biçimi olarak hizmet etmeye devam etmektedir. Yes Men ve Subvertising gibi grupların kolektif çalışmaları, kapitalist sistemlerin saçmalıklarını ve adaletsizliklerini açığa çıkararak, kurumsal markalaşma ve tüketim kültürünün altını oymak için fotoğrafik hiciv kullanmaktadır.
Fotoğrafın dijital platformlar aracılığıyla geniş çapta dolaşıma girebilmesi, direniş potansiyelini daha da güçlendirmektedir. Black Lives Matter hareketi veya iklim grevlerine dair sosyal medya kampanyaları, kolektif eylemi harekete geçirmek; ırksal ve çevresel adaletsizlikleri sürdüren kapitalist yapılara meydan okumak için fotoğrafı kullanmaktadır.
Sanat piyasası uzun zamandır kültürel ve ekonomik değerlerin kesiştiği bir alan olmuştur. Son yıllarda, tarihsel olarak yeniden-üretilebilirlik ve demokratikleşme ile ilişkilendirilen bir mecra olan fotoğraf, sanat müzayedelerinde merkezi bir ürün haline gelmiştir. Andreas Gursky ve Cindy Sherman gibi sanatçılar, eşi benzeri görülmemiş bir finansal başarı elde etmişlerdir.
Marksist teori, kapitalizm altında tüm kültürel üretim biçimlerinin metalaşmaya tabi olduğunu göstermektedir ve fotoğraf da teknik olarak yeniden-üretilebilir olmasına rağmen, bu süreçten kaçamamıştır. Fotoğraf piyasası auranın nadirlik, özgünlük ve markalaşma yoluyla yapay olarak yeniden inşa edilebileceğini göstermektedir (Benjamin, 2007). Arzın bu şekilde kasıtlı olarak sınırlandırılması, Marx'ın, üretimin toplumsal ilişkilerinin metanın gizemiyle örtbas edildiği meta fetişizmi analiziyle örtüşmektedir (2011).
Sanat piyasasının spekülatif doğası, fiyatların genellikle içsel sanatsal değerden ziyade öngörülen gelecekteki değer tarafından yönlendirildiği fotoğrafçılık durumunda özellikle belirgindir. David Harvey, Charles Newman'dan yaptığı alıntıyla geç kapitalizmin, sanatın sermaye birikimi için bir araç haline geldiği kültürün finansallaşması ile karakterize olduğunu belirtir (Harvey, D.,1997; Newman, C., 1984). Marksist teori işçilerin emeklerinin ürünlerine yabancılaştığı kapitalizmde, emeğin yabancılaşmasını vurgular (Marx, 2011). Fotoğrafçılık bağlamında bu yabancılaşma, sanatsal emeğin fetişleştirilmesiyle daha da derinleşmektedir. Sanatçının adı bir marka haline gelir ve emeği, yaratıcı içeriği için değil değişim değeri için değerlendirilir.
Fotoğrafçılığın metalaşması, kültürün giderek daha fazla kâr ve birikim zorunlulukları altına girdiği geç kapitalizmdeki daha geniş eğilimleri yansıtmaktadır. Bu sürece direnmek için, sanat ve değer arasındaki ilişkiyi yeniden düşünmek, değişim değeri yerine kullanım değerine öncelik vermek; daha demokratik ve eşitlikçi bir kültürel alanı teşvik etmek gerekmektedir (Jameson, 2008). Bununla birlikte, karşı-hegemonik bir araç olarak potansiyeli, fotoğrafın ideolojik sistemlere gömülü olmakla birlikte, aynı zamanda onlara meydan okuma ve onları altüst etme kapasitesine sahip olduğunu göstermektedir. Bu nedenle, fotoğrafik pratiklerle eleştirel bir ilişki, ideolojik müdahale ve direnişteki rolünü anlamak için elzemdir.
KAYNAKÇA
Photography has played an essential role in shaping the perception of reality since its inception. However, in an age of digital reproduction, artificial intelligence, and the omnipresence of images, the relationship between photography and contemporary art is undergoing profound changes. This research examines photography from a critical perspective, analyzing how the medium operates within structures of capital, ideology, and resistance. Drawing on the theories of Walter Benjamin, Guy Debord and critics of capitalism, this study explores the dual role of photography as both a means of ideological reinforcement and a potential site of revolutionary critique. The research focuses on three key areas: the commodification of photography, the transformation of labor in the image economy, and the function of photography in the spectacle of late capitalism.
Photography, Capital, Ideology
Akademisyen, Araştırmacı / Academician, Researcher
Dr.; Öğretim Görevlisi; Zonguldak, Bülent Ecevit Üniversitesi, İletişim Fakültesi; gulaycr@gmail.com
Türkiye
Gülay Acar Göktepe, 1984 Ankara doğumlu. İlk ve orta öğrenimini Ankara’da tamamladı. Anadolu Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden 2007, Basın ve Yayın Bölümü’nden 2008 yılında mezun oldu. 2017 yılında, Hacettepe Üniversitesi, İletişim Bilimleri Anabilim Dalı’nda, “Modern Aile Tarihinde Fotoğraf ve Anlatı İzinde: Ailedeki Ulus ve Evlatlıkları”; 2019 yılında, Ankara Üniversitesi, Sosyoloji Anabilim Dalı’nda “Ezoterik Toplulukların Sosyolojisi: Masonlar Üzerine Bir İnceleme” başlıklı, yüksek lisans tezlerini tamamladı. Araştırma görevlisi olduğu Hacettepe Üniversitesi, İletişim Bilimleri Anabilim Dalı’nda, “Modern Bir Toplumsal Tip: Koleksiyoncu Üzerine Bir Alan Araştırması” başlıklı teziyle doktorasını aldı.
Zonguldak, Bülent Ecevit Üniversitesi, İletişim Fakültesi’nde öğretim elemanıdır. Modernite ve Türkiye modernleşmesi, ezoterik öğreti ve topluluklar, bellek çalışmaları, görsel ve maddi kültür çalışmaları akademik ilgi alanlarıdır.
Fotoğraf, icadından bu yana gerçekliği olduğu gibi kaydeden ve böylece belge niteliği taşıyan bir araç olarak kabul edilmiştir. Ancak, hem teknik müdahaleler (kadraj, ışık, renk düzenlemeleri vb.) hem de dijital çağdaki manipülasyon ve reel yaşamda maddi olmayan bir görüntünün yaratılma olanakları (photoshop, Yapay Zekâ destekli üretimler) ile görüntü ve gerçeklik ilişkisi karmaşıklaşmış, fotoğrafın gerçekliği temsil etme kapasitesi daha çok sorgulanır hâle gelmiştir. Bu bildiride görüntü ve gerçeklik ilişkisi, fotografik görüntü üzerinden tartışmaya açılırken, fotoğraf, sosyolojik metodolojide bir araç olarak ele alınmaktadır. Fotoğraf, tüm teknik ve dijital müdahalelere rağmen, hâlâ toplumsal gerçekliği anlamak için güvenilir bir araç olmaya devam edebilir mi? Bildiride bu soruya odaklanarak, fotoğrafın sosyolojik çalışmalarda kullanım biçimlerine değinilerek, bu biçimlerin gerçeklikle ilişkisi sorgulanmaktadır.
Fotoğrafın sosyolojik kullanım biçimleri, tartışmada iki temel kategori altında yapılandırılmıştır: mevcut fotoğrafın kullanımı ve fotoğrafın üretilmesi. Her iki durumda da, fotografik görüntüye ne kadar müdahale edilmiş olursa olsun, sosyolojik araştırmalarda fotoğraf, gerçekliği sunduğu varsayımıyla değerlendirilir. Çünkü sosyoloji, daha genel olarak bilimsel bakış açısı, gerçekliğe ulaşma hedefinden vazgeçemez; bu, bilimin varlık nedenidir. Bu bağlamda, fotoğrafın gerçekliği, onun teknik özelliklerini de içeren anlamı üzerinden şekillenir. Fotoğrafın anlamı, bireysel ve toplumsal bir takım unsurların kesiştiği kavşakta açığa çıkar. Fotoğraf, her ne kadar manipüle edilmiş olsa da, onu üreten bireysel ve toplumsal; bakış açısının, zihniyetin, bilinçdışının gerçekliğini, görünen kadar görünmeyeni de taşır. Burada önemli olan, bir fotoğrafta ya da fotoğrafla görünen sosyal bir sorunu tespit etmekten ziyade, fotoğrafa bilimsel bir soruyla, sosyolojik bir problem çerçevesinde yaklaşabilmektir.
Görüntü, Fotoğraf, Gerçeklik, Sosyoloji
Photography has been considered a tool that records reality as it is and thus has documentary value since its invention. However, with both technical interventions (framing, light, color arrangements, etc.) and manipulation in the digital age and the possibilities of creating an image that is not material in real life (Photoshop, artificial intelligence-supported productions), the relationship between image and reality has become complex, and the capacity of photography to represent reality has become more questionable. In this paper, the relationship between image and reality is discussed through the photographic image, and photography is considered as a tool in sociological methodology. Despite all the technical and digital interventions, can photography still remain a reliable tool for understanding social reality? Focusing on this question, the paper addresses the ways in which photography is used in sociological studies and questions the relationship between these ways and reality.
The sociological uses of photography are structured in the discussion under two main categories: the use of existing photography and the production of photography. In both cases, whether the photographic image has been manipulated or not, in sociological research the photograph is evaluated with the assumption that it presents reality. Because sociology, and more generally the scientific perspective, cannot give up the goal of reaching reality; this is the raison d'être of science. The reality of photography is shaped by its meaning, which includes its technical characteristics. The meaning of photography is revealed at the intersection of individual and social elements. Photography, no matter how manipulated, conveys the reality of the individual and social perspective, mentality and unconscious that produces it, the invisible as well as the visible. The important thing is to approach a photograph with a scientific question, within the framework of a sociological problematic, rather than identifying a social problem that is visible in or through a photograph.
Image, Photography, Reality, Sociology
Sanatçı, Akademisyen / Artist, Academician
TÜRKİYE
muratgermen@gmail.com
Murat Germen fotoğrafı bir ifade / araştırma aracı olarak kullanan, İstanbul’da yaşayan ve çalışan, 1965 doğumlu bir sanatçı, eğitimci ve arşivci. Fulbright burslusu olarak gittiği Massachusetts Institute of Technology’den (MIT) mimarlık yüksek lisans derecesini Amerikan Mimarlar Birliği (AIA) Altın Madalyası ile aldı. Sabancı Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi’nde fotoğraf, sanat ve yeni medya dersleri vermekte. Fotoğraf, mimarlık, planlama, yeni medya ve sanat konularında birçok basılı / çevrimiçi yayını olan Germen, uluslararası platformda onlarca konferansa davet aldı. Skira (İtalya) ve MASA’dan (Türkiye) olmak üzere iki adet monografik kitabı yayımlandı. Yurtdışı ve yurtiçinde yüzün üzerinde kişisel / karma sergiye katkıda bulundu. Sanatçının farklı eserlerine ait çok sayıda edisyon, yurtiçi / yurtdışındaki kişisel ve kurumsal koleksiyonlara dahil edildi.
Deprem öncesi ve sonrası kentsel dönüşüm çok ağır yaralar vererek, dokunduğu yerleri dümdüz ederek ve farklı yerlere aynı formülü uygulayacak vizyonsuzlukla ilerlemekte. Bu tahrip gücü yüksek faaliyet, maddi ve manevi miras sınıfına giren bir çok bileşenin yok olmasına yol açmakta. Bu bağlamda, suç olarak nitelendirilebilecek bazı hamlelerin gerçekleştiği olay yerlerinin incelenmesi, delil toplanması şimdiki ve gelecek nesillere aktarım adına önemli, kaçınılmaz, elzem bir eylem olarak karşımıza çıkıyor.
Murat Germen, sunumunda, Türkiye’nin çokkültürlülüğün en değerli yerleşimlerinden biri olan Antakya özelinde, ne gibi bir profesyonel, teknik ve teknolojik belgeleme eylemi yürüttüğünü, 2 sene boyunca çeşitli ziyaretlerde ürettiği fotoğraflar eşliğinde, irdeliyor olacak.
Deprem, Antakya, Kentsel Dönüşüm, Belgeleme, Fotoğraf.
Before and after the earthquake, urban transformation has been progressing with very heavy wounds, flattening the places it touches and lacking the vision to apply the same formula to different places. This highly destructive activity leads to the destruction of many components classified as tangible and intangible heritage. In this context, examining the crime scenes where some criminal acts took place and collecting evidence is an important, inevitable and essential action in the name of transmission to current and future generations.
In his presentation, Murat Germen will be discussing the professional, technical and technological documentation he has carried out in Antakya, one of the most valuable multicultural settlements in Turkey, with the photographs he has produced in various visits for 2 years.
Earthquake, Antakya, Urban Transformation, Documentation, Photography.
Fotoğraf Sanatçısı / Photographer
alisaltan@gmail.com
TÜRKİYE
1982 yılında doğdu. Özellikle siyasi ve kültürel coğrafya, alt kültürler, kentsel bellek, rant ve mutenalaştırma bağlamında sınır, kimlik ve göçle ilgili konularla ilgilenmektedir.
Tarihsel serüveni içinde, fotoğrafın gerçeği temsil eden biricik medyum oluşu ile çerçevelenmiş bir anlatıya dönüşümü arasında, fotoğraf, gerçeklik ve bir anlatıcı olarak fotoğrafçının halihazırda imgeler dünyası/rejimi ile olan ilişkisi üzerine neler söylenebilir?
Fotoğraf, Gerçeklik, İmge.
What can be said about the relationship between photography as the only medium representing reality and its transformation into a framed narrative, between photography, reality and the photographer as a narrator in relation to the current world/regime of images?
Photography, Reality, Image.
Born in 1982. Particularly interested in the study of issues related to border, identity and immigration in the context of political and cultural geography, subcultures, urban memory, surplus and gentrification.
Sosyolog, Akademisyen / Sociologist, Academician
TÜRKİYE
Dr. Öğretim Üyesi, ODTÜ – Sosyoloji Bölümü
besimcan@gmail.com
Dr. Besim Can Zırh, ODTÜ Sosyoloji Bölümü’ndeki lisansı (2002) sonrası aynı üniversitesinin siyaset bilimi Bölümü’nden yüksek lisans (2005) derecesini aldı. Avrupa’daki Türkiyeli göçmenlerin cenaze uygulamaları üzerinden mekân ve kimlik inşası konusundaki doktora araştırmasını University College London, Sosyal Antropoloji Bölümü’nde tamamladı. Doktorasını tamamladığı 2012 yılından bu yana, ODTÜ Sosyoloji Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak çalışan Dr. Zırh; Alevilik, göç, diaspora siyaseti, kentleşme ve sosyal araştırma yöntemleri üzerine çalışmaktadır. Göç Araştırmaları Derneği’nin (GAR – 2017) kurucu üyesidir.
Türkçe’de, “doğup yaşanılmış olan yerden uzak yer” anlamında kullanılan gurbet sözcüğü, köken aldığı Arapça’da aynı zamanda “yabancılık, sürgün” anlamına gelirken, etimolojik akrabası garb sözcüğünün “günbatımı” ve “Batı” gibi yön bildirmesinin yanında, “yabancı” ve “tuhaf” anlamlarını taşıyor olmasıyla da göç-mekânı tanımlamak açısından, oldukça özgün bir duygu taşır. Bu özgün sözcük; modern Türkiye’nin yakın tarihinde, önce kırdan kente, sonrasında, 1960’larda ise “Avrupa kapısı”nın açılmasıyla Almanya başta olmak üzere, Batı Avrupa ülkelerine yaşanan göç dalgalarıyla ayrıksı bir toplumsal tip olarak, gurbetçi kavramına köken teşkil etti. Gerek göç veren gerekse de göç alan ülkelerin sosyal bilim çalışmaları, göç olgusuna, uzun yıllar “iki aradalık” üzerinden baktığı için, gurbetçiliği toplumsal aidiyetler açısından bir sorun olarak görmekte ısrar etti. Buna karşın, edebiyat ve sinema ise farklı ülkeler arasında geniş bir duygu coğrafyası kuran göçmenleri anlamamız açısından, çok değerli kayıtlar bıraktı günümüze. Bu kayıtlara, bugün yorumsamacı (hermenötik) bir açıdan baktığımızda, göçmenlerin birden fazla toplumsal ve kültürel alan arasında sıkışmadıklarını (arada kalmadıklarını), bilakis, bu alanlardan beslenerek, bu alanları kültürel ve duygusal olarak kuşatan, farklı bir toplumsallık kurduklarını görüyoruz. Uzun göç serüveni içerisinde fotoğraf ise oldukça önemli, fakat kıymeti geç keşfedilmiş bir yerde duruyor.
Bu sunum, Türkiye’den Almanya’ya yaşanan işgücü göçünün 60’ıncı yılı vesilesiyle 21 Haziran ve 31 Ekim 2021 tarihleri arasında, Almanya’nın Ruhr Müzesi’nde, Ergun Çağatay’ın, 1990 yılının Mart ve Mayıs aylarında Almanya gezisinde çektiği 3477 kare fotoğraftan bir seçkiye dayanan “Biz Buralıyız” (Wir sind hier) retrospektif sergisinden doğru, bir aradalık-mekan olarak, gurbetçilerin gündelik yaşamına fotoğraf üzerinden bakmayı amaçlıyor.
Almanya, Ergun Çağatay, Fotoğraf, Göç, Gurbet.
Fotoğraf ve Sosyoloji: Toplumsalın Keşfinde İki Yakın-Uzak Komşu
Amerikalı sosyolog Howard Becker, 1970’lerin ortasında kaleme aldığı “Fotoğraf ve Sosyoloji” (1975) başlıklı makalesinde, insani durumlara dair düşünüşün bu iki yeni biçiminin akran olduğuna dikkat çeker. Sosyoloji disiplininin kurucuları arasında sayılan Auguste Comte’un uzun erimli Cours de Philosophie Positive (Pozitivist Felsefenin Seyri) çalışmasının ilk metni 1830 yılında yayımlanırken, Herbert Spencer, The Study of Sociology (Sosyoloji Çalışmaları) kitabını 1873 yılında yayımlar. Tarihimizdeki ilk “fotoğraf” ise bu yeni aracın mucitleri arasında sayılan, Fransız fotoğrafçı Louis Daguerre tarafından 2 Ocak 1839 tarihinde çekildi.
Becker bu sürecin hemen başında ortaya çıkan ve aşılması uzun zaman alan bir mite (myth) de işaret eder. Bu mite göre, kamera sadece önünde duran şeyi kayıt altına alan tarafsız bir makinedir. Bu haliyle de bir hakikat inşasına hizmet eder. Becker’in çalışmasıyla çok yakın tarihlerde fotoğraf üzerine kaleme aldığı denemesinde Sontag da bu kabule işaret etmektedir, “Fotoğraflar bize kanıt teşkil eder. Hakkında bir şey işitip de şüpheyle karşılaştığımız bir şey, onun bir fotoğrafı bize gösterildiğinde kanıtlanmış sayılır” (2023 [1973]: 18).
Bu mitin gölgesinde sosyolojinin daktilosundan dökülen kelimelere karşın fotoğrafın objektifinden ölümsüzleşen imajlar arasında kendiliğinden bir karşıtlık kurulur. Fotoğraf makinesinde “objektif” (lens) olarak anılan parçanın adının ve sosyolojinin pozitivizm egemenliğinde olduğu uzun yıllardaki temel iddiası “objektivizm” (nesnellik) kavramının (“zihnin önüne konan veya zihne sunulan bir şey”, “doğru atılmış” ya da “açığa çıkarılmış olan” gibi anlamlara gelen) Latince objectum kelimesine dayanıyor olması bu anlamda manidardır. İster bir mercekten görülen fiziksel bir nesne, ister kişisel önyargılar olmaksızın incelenen bir kavram olsun bir şeyin (gören gözün, düşünen aklın) benliğin (self) dışına yerleştirilmesi fikri etrafında farklı konumlanan bu iki düşünüş biçimi zaman zaman birbirlerinden uzaklaşsa da amaçladıkları “fotografik toplumsal keşif” (photopgrahic social exploration) (1975: 3) arayışındaki birçok temel tartışmada komşu olduklarını iddia ediyor Becker.
Fotoğraf ve sosyoloji arasındaki ilişkinin anlaşılması açısından, Batı merkezli ortaya çıkmakla birlikte, küresel ölçekte etkili olan insanlığa dair iki yönelimli bir farkındalık genişlemesine işaret etmek gerekir. Öncelikle, geleneksel sömürgeci güçler olan Portekiz ve İspanyol imparatorluklarının denizcilik alanındaki atılımlarıyla 15’inci yüzyılda başlayan “Keşifler Çağı” döneminde oldukça farklı kültürlerin keşfedilmesi bu yeni ve uzak ötekilere karşı bir meraka neden oldu. 18’inci yüzyılın ortalarında etkisi küresel ölçeğe yayılan “Endüstri Devrimi” ise feodalizmin çözülmesi ve kırdan kente göçle birlikte modern kentlerin ortaya çıkması gibi Batının kendi içinde önemli dönüşümlere neden oldu.
Modern kentler yeni bir toplumsal tip olarak (sosyolog Simmel’in 1908 tarihli makalesine konu ettiği) “yabancı”nın (the stranger) görkemli bir sahnesine dönüştüğünde toplumsal yakınlık ve uzaklıklar dengesinin yeniden tanımlanması gerekti. Dolayısıyla fotoğraf ve sosyoloji bu dönem içerisinde iki temel mesele üzerinden yakınlaşır: (a) insana dair birer düşünüş ve bakış açısı olarak kentleşme, göç, topluluklar arası ilişkiler ve yoksulluk gibi merak konuları ve (b) bu merak konularını çalışma yöntemleri ve elde ettiklerini sunma biçimleri. Bu iki temel meselenin odağında ise yukarıda işaret edilen insana dair farkındalık genişlemesine koşut olarak yine iki temel odak vardır: (a) endüstrileşme sürecinde yeni ortaya çıkan toplumsal sınıflar ve/veya alt-kültür kümeleri keşfetmek (söz gelimi motosiklet cemaatleri) ve (b) görünmez kılınmış ya da unutulmuş toplulukları göstermek, alıcısını bu toplulukların varlığından haberdar etmek (söz gelimi uzak bir diyardaki “yerliler” ya da kentin yoksul mahallerindeki göçmenler). Özdamar-Akarçay henüz 2023 yılında yayımlanan kitabından sosyolojik tahayyülle desteklenmiş fotografik imgelemi şöyle tanımlıyordu:
“Fotoğrafçılar, inceledikleri toplumlardaki insanlar arasında uzun süreler geçirerek, neyin fotoğraflanmaya değer olduğunu, yüzeysel dramdan ziyade altta yatan nedenlerin neler olduğunu, bu dramın fotoğrafın biçimsel diline en etkili şekilde nasıl aktarılabileceğini öğrenmişlerdir. Toplum, kendini, yoldan geçen birinin hızlı bakışlarına değil, uzun süre dikkatle izleyen insanlara göstermektedir. Sosyolojik imgelem, saha deneyimi ve fotoğrafçılık yeteneği etkili çalışmaların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu çalışmaların daha güçlendirilmesi ve kamusal alanda daha güçlü bir etkiye sahip olabilmeleri için de sosyolojik kuram gerekmektedir” (2023: 93).
Kurulduğu 1883 yılından ve dijital yayıncılığa geçtiği 2008 yılına kadar en önemli uluslararası yayınlardan biri olan Life dergisinin özellikle 1930’larda sonrası sayfalarını Alfred Eisenstaedt (d. 1898) (Bair, 2021) ve Hansel Mieth (d. 1909) (Flamiano, 2017) gibi farklı ülkelerden fotoğrafçılara açmasıyla “fotoğraf gazeteciliği” (photo-journalism) ve “fotoğraf deneme” (photo-essay) olarak anılan sosyolojik tahayyülle desteklenmiş fotografik imgeleme dayalı bu yeni kulvarların kurumsallaşmasına da zemin hazırladı.
Bir kamu görevlisi olarak çalışan ekonomist ve fotoğrafçı Roy Stryker (d. 1893), Amerika Birleşik Devletleri’nde 1931 yılında başlayan ve tüm dünyayı etkileyen “Büyük Buhran” (the Great Depression) sonuçlarının araştırılması göreviyle 1930 yılında kurulan Çiftlik Güvenlik İdaresi (Farm Service Agency) kurumunun başına geçtiğinde fotoğrafla toplumsalın keşfi alanında bir diğer önemli sıçrama yaşandı. Stryker, ekonomik krizle birlikte ülkenin dört bir yanında yaşanmaya başlayan yoksulluğun belgelenmesi amacıyla proje kapsamında 16 fotoğrafçı istihdam edilmesini sağladı. Aralarında ünlü “Göçmen Anne” (Migrant Mother) (1936) fotoğrafını da çeken Dorothea Lange’ın (d. 1895) olduğu bu fotoğrafçılar ekonomik krizin sonuçlarına karşı yürürlüğe girecek ve refah devleti anlayışının temellerini atan “Yeni Düzen” (the New Deal) reformlarının siyasal ve toplumsal kabul görmesinde oldukça önemli bir işlev yerine getirdi (Carlebach, 1988).
Sonraki on yıllarda ise İsviçreli Amerikalı fotoğrafçı Robert Frank’in (d. 1924) Amerikalılar (the Americans) (1958) ve Danny Lyon’ın (d. 1942) Aşağı Manhattan'ın Yıkımı (The Destruction of Lower Manhattan) (1969) örneklerinde açıkça görüldüğü üzere sosyolojik tahayyülle desteklenmiş fotografik imgelem gerek İkinci Dünya Savaşı sonrası eski ve yeni kıta arasındaki toplumsal etkileşimin artmasında, gerekse de toplumların kendi içindeki farklılıkların görünür olmasında çok önemli bir rol oynadı. [1]
Toplumsal gerçeğin fotoğraf aracılığıyla keşfi ve temsili alanındaki bu çalışmalar bir sonraki on yıla güçlü bir siyasal renk kazanarak aktarıldı. Kelen’in belirttiği üzere en hareketli dönemi 1963 ile 1968 yıllar arasında yaşanan “Sivil Haklar Hareketi” (the American Civil Rights Movement), “eylemci fotoğrafçılık” (activist photography) olarak fotoğrafa yeni bir siyasi bağlam getirirken bu dönem siyasi eylemliliğinin ayrılmaz bir parçası haline gelen fotoğraf, Amerikan ulusunun kendini (yeniden) düşünüşünü ırk ve toplumsal cinsiyet tartışmaları, farklı kültürlerin nasıl içerileceği gibi meseleler temelinde geri dönüşsüz olarak etkiledi (2011: 12).
Bir Aradalık Mekan olarak Gurbet
“Hamburg’un ortasında şehir içinde kapalı bir şehir. Bu şehrin bir ismi yok ve bu şehir hiçbir haritada gösterilmez, yine de herkes görebilir. Bazı caddeleri St. Pauli’de, bazıları Hamburg’da, Altona’da veya Wilhelmsburg’dadır. Paralel şehrin kendisine ait restoranları, kafeleri, marketleri, terzileri, doktoraları, avukatları, bankaları, reklam ajansları, yakıt istasyonları, cenaze hizmetleri ve ibadethaneleri vardır. Sabah’tan Milliyet’e onüç adet günlük gazetesi, üç haber dergisi, kendi televizyon ve radyo istasyonları bulunur. Hafta sonu yüzlerce gencin eğlendiği gece kulüpleri ‘Alem’ veya ‘Club’ gibi isimler taşır. Bu şehirde 70 binden fazla insan yaşıyor. Çoğu burayı neredeyse hiç terk etmiyor çünkü ihtiyaç duydukları her şey buradadır: Aile, din, arkadaş, iş.”
Gazeteci Guido Geist’in 24 Eylül 1999 tarihinde Hamburg Abendblatt gazetesi için kaleme aldığı, ağırlıklı olarak Türkiye’den gelen göçmenlerin yaşadığı bu mahalle betimlemesi gurbeti bir aradalık mekanı olarak tartışmak açısından önemli bir belge sunuyor. Ne anavatan ne de göç edilen ülkelerin anaakım objektiflerinden bakıldığında pek görülemeyen ve dolayısıyla gösterilemeyen bu özgün göç mekanlarının nasıl temsil edildiği ya da edilebileceği uzun yıllar gerek sosyal bilimciler gerekse de siyasetçiler açısından bir gündem oldu. Fotoğraf ise 1960’lar sonrası başlayan yeni uluslararası göç dalgasının en yakın tanığıydı (Berger ve Mohr, 2011 [1975]). Büyük çoğunluğu göçmenlerle aynı mahallelerde yaşayan, bu “yeni konuklarla” kendiliğinden komşuluk ilişkileri geliştirmiş olan fotoğrafçıların bu tanıklığı göçmenler gibi sahipsizdi.
Bir yandan, göçmenlerle Essen’de tanışan Henning Christoph’un (d. 1944) fotoğraflarından Geo-Maganzin dergisinin “Die deutschen Türken” (Alman Türkler) özel sayısına hazırlanan seçkide olduğu gibi fotografik imge, göçmenlere dair klişeleri yeniden üretmek ya da onları egzotikleştirmek üzere sunuluyordu. Diğer yandan, kendisi de “Küçük İstanbul” olarak anılan Kreuzberg’de (Berlin) yaşayan ve mahallenin göçmen dünyasını 1970’lerden 1990’lara kadar fotoğraflamış olan Wolfgang Krolow’un (d. 1950) örneğinde olduğu üzere içeriden tanıklıklar resmi görsel hafızada kayıt altına alınmıyordu.
Ergun Çağatay Fotoğrafları Sergisi: Biz Buralıyız: Türk-Alman Yaşamı 1990
Türkiye’den Almanya’ya göçün 60’ıncı yılında Ruhr Müzesi’nde açılan bir sergi bu açıdan bir istisna teşkil ediyordu. Serginin küratörlerinden Meltem Küçükyılmaz ile yaptığım görüşmelerde (17 ve 30 Ekim 2021) Ergun Çağatay’ın 1990’lı yılların başında, Berlin Duvar’nın hemen ardından Almanya’daki Türkiye kökenli göçmenler üzerine çektiği fotoğrafların adete bir arkeolojik malzeme gibi ortaya çıkarıldığını öğrendim. Bu özel portfolyonun büyük ölçüde Müzenin bulunduğu Ruhr Bölgesi’ndeki göçmen yaşamlarına odaklandığı ve bu sergi vasıtasıyla farklı kuşaklardan göçmen ve Türkiye kökenli göçmenlerle ilişki kurulması amaçlanıyordu. Bu doğrultuda sergiyi destekleyecek şekilde Türkçe turlar, seminer ve kültür günleri de düzenleniyordu. [2] Küçükyılmaz, Çağatay Sergisi’ni salgın döneminde, yaz aylarına (izin sezonu) denk gelmiş olmasına karşın, 12 bin kişinin ziyaret ettiğini ve ziyaretler sırasında özellikle kuşaklar arasındaki etkileşimin oldukça olumlu olduğuna işaret ederek amaçlarını gerçekleştirebildiklerini söylüyordu.
Fotoğrafçı Çağatay, 1937 yılında İzmir’de orta-üst bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. İstanbul Robert Koleji ve sonrasında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra gazeteci olmaya karar verir ve 1968 yılından itibaren Associated Press, Gamma, Time ve Life gibi dergilere çalışır. 15 Temmuz 1983 tarihinde Paris Orly Havaalanı’nda Türk Hava Yolları’na karşı ASALA’nın düzenlediği bir terör saldırısında ölümden döner. Bu hadisenin kariyerinde bir kesintiye yol açtığı anlaşılıyor. 1990 yılında Paris’te bulunan Gamma ajansında fotoğrafçı olarak çalışıyordur. Gamma ajansı tarafından tasarlanan Küresel Güney’den işgücü göçü konulu büyük bir proje kapsamında bu sergiye temel teşkil eden fotoğrafları çekmek üzere anlaşır. Almanya’daki adımları bu belirsizliklere de işaret ediyor. İzlediği güzergâhtan kervanın biraz da yolda düzüldüğü anlaşılıyor. Önce Hamburg, sonra Batıya Köln ve Werl, sonra Doğuya Berlin ve tekrar Batıya doğru bir seyahat ile Duisburg. Werl’e gitmesinin nedeni 13 Mayıs 1990 tarihinde kurulan Fatih Cami’nin Almanya’da minaresiyle inşasına izin verilen ilk cami olması. Buradaki fotoğrafları ayrı bir proje olarak değerlendirmeyi düşündüğünü biliyoruz. İki kenti daha ziyaret etmiş fakat Ruhr Müzesi kendi bölgesine odaklanmak istediği için bu şehirlerdeki fotoğraflar sergi dışında bırakılmış. Çağatay’ın tüm bu seyahati Mart, Nisan ve Mayıs aylarını kapsayan 3 haftada tamamladığı düşünülüyor. Tam olarak ne zaman nerede olduğu bilinmiyor fakat tüm proje kapsamında 3477 adet fotoğraf çekilmiş. Ruhr Müzesi kapsamında düzenlenen sergisi için bu fotoğraflardan 116 kadarı seçilmiş. Ergun Çağatay, yola çıkış amacını şu sözlerle ifade ediyor: “Seyahatimin amacı, göç ülkelerinde doğmuş veya orada büyümüş ikinci kuşağın toplumsal uyumunu veya uyumsuzluğunu göstermekti.”
Çağatay’ın bu seyahati oldukça özel bir dönemde gerçekleşiyor. Berlin Duvarı’nın yıkılması üzerinden henüz altı ay geçmiştir ve ziyaret ettiği mahallelerde dönemin belirsizliğine tanıklık eder. Her kentin göçmen yaşamının özgün olduğu fotoğraflarda görülür. Hamburg’da tersanenin merkezi bir konumu vardır. Bir apartman girişinde açılan ilk cami dış duvarına çizilmiş Ayasofya resmi ile görünürlük kazanmıştır. Berlin ve Köln’deki mahallelerde ise bakkallar, kasaplar, eğlence yerleri, Türkçe tiyatrolar ve gençlik çeteleriyle toplumsal bir yaşam önemli bir olgunluğa erişmiştir. Almanyalı Türkçe-Almanca hip-hop müziğinin doğduğu Kreuzberg’de 36 Boys olarak bilinen gençlik çetesini belgeleyen ilk fotoğrafçıdır Çağatay. İki Almanya’nın birleşme sancıları mahallelere ırkçı sloganlarla yansımaya başlamıştır, Çağatay’ın objektifinden kırılan Türk mezar taşlarını da görürüz yeni yabancılar yasasına karşı düzenlenen büyük mitingleri de.
Fakat, Çağatay’ın belirsizliklerle başlayan çalışması planlandığı gibi Küresel Güney’den gelen tüm işçilere doğru genişleyemez, Gamma projenin devam etmesini desteklemekte isteksizdir ve yeni sponsorlar bulma arayışı da sonuç vermez. Çağatay masraflarının bir kısmını kendi cebinden karşıladığı projeyi sonlandırır ve Duisburg’dan Paris’e döner ve böylece çektiği fotoğraflar 25 yıl kadar “güzellik uykusuna” yatar. Serginin de küratörlerinden Peter Stephan, Çağatay ile 2004 yılında tanışır ve fotoğrafları İstanbul’daki evinde tesadüfen 2015 yılında keşfeder. Aradan geçen 25 yıldan sonra ilk kez kutusundan çıkan bu fotoğraflar üzerine bir şeyler üretme fikri gelişir. 2016 ve 2018 yılında Berlin’de düzenlenen iki sınırlı sergi dışında fotoğrafların gün ışığına çıkması mümkün olmaz ve Çağatay 2018 yılında hayatını kaybeder. Bu sergiler vesilesiyle verdiği bir röportajda Çağatay ikinci kuşak göçmenlerle ilgili şunları söylemiştir: “Onlara üzülüyordum, o kadar. Bu ülke o insanlara düzgün bir hayat sağlamayı başaramamıştı. Ağır şartlarda çalışıyorlardı ve ikinci sınıf insanlar olarak kaldılar.”
Kimin çektiği, hangi nedenle çekildiği, nasıl bir ilişki ağları üzerinden göçün toplumsal mekanına nasıl bir erişim alınabildiği, sağlanabildiği gibi sorularla baktığımız yukarıda değindiğim dört serginin önemli farklılıkları olduğu söylenebilir. Buna karşın altmışıncı yıla doğru açılan, keşfedilen sandıklarından, dökülen göçe dair bu özgün görsel kültüre odaklanan dört serginin önemli bir noktası da var: sergilerle günışığına çıkan fotoğraflar üzerinden kuşaklar arasında bir anlam köprüsü kurulacağına dair beklenti. Söz gelimi, 1986 yılında yayımlanan En Alttakiler (Ganz unten) kitabının yazarı Günter Wallraff, sergi kapsamında verdiği mülakatta genç kuşaklardan okurlarıyla karşılaşmalarından kitabına dair yeni bir farkındalık geliştirdiğini söylüyordu. Almanya’da doğmuş ve büyümüş kuşaklar, ebeveynlerinin yıllarca kendilerini kızdıran kimi ürkek tutumlarının nedenlerini bu kitabı okuyunca idrak etmişler ve ancak bu farkındalıkla onlarla konuşmaya başlayabilmişlerdi. Böylece sosyolojik tahayyülle desteklenmiş fotografik imgelem, Ergun Çağatay’ın Kayıp Almanya portfolyosunun özelinde, çeyrek yüzyıl sonra da olsa bir aradalık mekanı olarak gurbetin keşfi konusunda yüzyıllık vaadini yerine getirmiş oldu.
[1] Fotoğraf kullanımı oldukça sınırlı olsa da Suat Derviş’in Cumhuriyet gazetesi için 1935 ve 1937 yılları arasında hazırladığı “Çöken İstanbul” ve Yaşar Kemal’in 1950’lerdeki gezisine dayanan “Çukurova Yan Yana” (1955) çalışmaları da röportajlara dayalı toplumsal keşif açısından Türkiye’deki en önemli örnekler olarak sıralanabilir. Fotoğrafçı Ali Öz'ün kentsel dönüşüm kıskancındaki Tarlabaşı'nda bir buçuk yıl boyunca çektiği 30 bin kareden oluşan bir seçkiye dayanan “Ayıp Şehir” isimli sergisi ise fotoğraf ve sosyoloji arasındaki ilişki açısından önemli bir örnektir.
[2] Söz gelimi sergi kapsamında göç tarihinin farklı yedi tanığıyla mülakat videoları yer almaktadır: Yüksel Pazarkaya – Radyo Programcısı ve Yazar, bu tarihin önemli bir tanığı, Aslı Sevindim – Gazeteci, Necla Kelek – Sosyolog, Günter Walraff – En Alttakiler kitabının yazarı gazeteci, Ali Güngörmüş – Şef olarak çalışmış bir işçi, Tuğba Tekkal – Kadın Futbolcu, Derya Yıldırım – Müzisyen, Grup Şimşek, Derviş Hızarcı – Irkçılık Uzmanı
Kaynakça
* Akarçay-Özdamar, G. (2023); Görsel Sosyoloji: Kavramlar, Dönemler, Yöntemler; Phoenix, Ankara.
* Bair, N. (2021); Photo-Essays at Life. LIFE Magazine and the Power of Photography; in Bussard, A.B. and Gresh, K. Princeton: Princeton Museum University Art Museum, 128-63.
* Becker, H. (1975); ‘Photography and Sociology’; Afterimage, 3, pp. 22–32.
* Berger, J. ve Mohr, J. (2011 [1975]); Yedinci Adam; Agora Kitaplığı, İstanbul.
*Carlebach, M. L. (1988); ‘Documentary and Propaganda: The Photographs of the Farm Security Administration; the Journal of Decorative and Propaganda Arts, 8, pp. 6-25.
*Flamiano, D. (2017); Women, Workers, and Race in LIFE Magazine: Hansel Mieth’s Reform Photojournalism, 1934-1955. Routledge, London.
*Kelen, L.G. (2011); This Light of Ours: Activist Photographers of the Civil Rights Movement; Univ. Press of Mississippi. University of Mississippi Press, Mississippi.
*Simmel, G. (2008); The Stranger. In Oakes, T., & Price, P. L. (Eds.) The Cultural Geography Reader (pp. 323-327). Routledge, London. (pp. 1-30).
*Sontag, S. (2005 [1973]); On Photography; Rosetta Books, New York.
*Sontag, S. (2023 [1973]); Fotoğraf Üzerine; Can Yayınları, İstanbul.
The word gurbet, which in Turkish means "a place far from one's place of birth and residence", also means "foreignness, exile" in Arabic, from which it originates, while its etymological relative, the word garb, carries the meanings of "foreign" and "strange" in addition to indicating directions such as "sunset" and "west", and thus carries a very unique sense in terms of defining the place of migration. This unique word formed the basis of the concept of the expatriate as a distinct social type with the waves of migration that occurred first from rural areas to cities in the recent history of modern Turkey and then to Western European countries, especially Germany, with the opening of the “European Gate” in the 1960s. Given that social science research in both the sending and receiving countries has long examined the phenomenon of migration as “being torn between two worlds" most of these scholars have insisted on conceptualizing migration as a problem in terms of social identities and the question of belonging. Conversely, literature and cinema have provided invaluable documentation that facilitates our comprehension of immigrants who have established a broad emotional geography among disparate social and cultural spaces. From a hermeneutic perspective, contemporary analysis of these artistic records reveals that immigrants are not torn between different worlds (or they do not have to be confined to a single social or cultural domain); rather, they establish a distinct sociality that draws upon these domains, culturally and emotionally surrounding them. In the course of this long journey of migration, photography assumes a significant role, though its worth is not immediately apparent. This presentation aims to glance at the daily lives of migrants in this in-between space through photographs from the retrospective exhibition “We Are Here” (Wir sind hier) based on a selection of 3477 photographs taken by Ergun Çağatay, during his trip to Germany in March and May 1990, held at the Ruhr Museum in Germany between June 21 and October 31, 2021, on the occasion of the 60th anniversary of labour migration from Turkey to Germany.
Migration, Foreignness, Photography, Germany, Ergun Çağatay.
Dr. Besim Can ZIRH is an Assistant Professor of Social Anthropology at Middle East Technical University, Department of Sociology. He received his Ph.D. from UCL Social Anthropology Department in 2012 and previously graduated from METU in Political Science (MSc) in 2005 and Sociology (BA) in 2002. His Ph.D. research focused on the transnational social space created by Alevi immigrants. He is also a founding member of the Association for Migration Research (GAR), which was established in 2017.