Mikrofotoğrafçı, Sitoteknolog / Microphotographer, Cytotechnologist
TÜRKİYE
irmaksoldamli@gmail.com
1970 Ankara doğumlu olan Irmak Soldamlı, Hacettepe Ünv., Sağlık Hizmetleri Y.O Tıbbi Laboratuvar, İstanbul Ünv., Sağlık Bilimleri Fakültesi ve Anadolu Ünv., Fotoğrafçılık ve Kameramanlık Bölümleri’nden mezun oldu. Hacettepe Ünv., Patoloji A.D Sitoloji Ünitesi’nde 32 yıl, Koç Ünv., Hastanesi Patoloji A.D da 1 yıl, Avrupa Sitoloji Dernekleri Federasyonu (EFCS) onaylı sitoteknolog ve eğitmen olarak görevlerde bulunduktan sonra, emekli oldu. Bahçe işleri, tarım, çiçek yetiştirme, kendini geliştirme, fotoğrafçılık, ev dekorasyonu gibi hobilerinin yanı sıra, evinde kurduğu laboratuvarında halen sanatsal amaçlı fotomikrografi çalışmalarına ve fotoğraf eğitmenliğine devam etmekte. Fotomikrografi konusunda deneyimlerini çeşitli dergilerde röportaj, fotoğraf etkinlikleri, blog yazıları vb iletişim araçları aracılığı ile paylaşmaya devam ediyor. Halen Anadolu Ünv. Görsel İletişim Tasarımı öğrencisi.
Fotoğraf alanında etkinlikler
• Algı Fotoğraf Projesi yürütücülüğü (Doğadan Mikro' ya Yaşam Eşleştirmeleri) 2009;
• Kadınca Bakış (Çalışma Grubu) proje yürütücülüğü (AFSAD) 2010
• Kontrast Dergisi (AFSAD) yayım kurulu üyeliği (AFSAD)
• Yakın Plan ve Doğa Fotoğrafçılığı, Pinhole yardımcı eğitmenlikleri (AFSAD)
• FİAP Doğa Bienali Türkiye takımı 2016 (AFSAD)
• PathArt (Patoloji Dernekleri Fed.) UluslararasıFotomikrografi yarışması juri üyeliği ve sergi küratörlüğü 2017
• Clemson Üniversitesi Hooked Mikroskopi Yarışması 1.lik ödülü (https://www.clemson.edu/centers-institutes/light-imaging/contest/2018-winners.html)
• İFOD Uluslararası Fotoğraf günleri davetli sanatçı 2018
• ‘Fotomikrografi’ Retro Basım Yayın ISBN-13 : 978-6056811203- 2018
• PathArt (Patoloji Dernekleri Fed.) Uluslararası Fotomikrografi yarışması juri üyeliği ve sergi küratörlüğü 2019
• Bursa Fotofest Katılımları (sergi ve gösteri) 2019-2020-2021
• Adafod sunum ve söyleşi (https://www.youtube.com/watch?v=aPOfQZsoi40) 2022
• Doğada Farkındalık Atolyesi Eğitmenliği (AFSAD)2024
• Ulusal ve uluslararası sergi katılımları
Fotomikrografi ve makrofotografi, insan gözünün algılayamayacağı detayları ortaya çıkararak, nesnel gerçeklik ile soyut sanat arasındaki sınırları bulanıklaştıran tekniklerdir. Bu teknikler yalnızca doğada veya yapay ortamlarda bulunan formların görsel ifade edilmesini sağlamakla kalmaz aynı zamanda sanatın doğayı algılama biçimini de genişletir ve fotoğrafın doğası üzerine derinlemesine düşünmeyi tetikleyen önemli araçlardır.
Fotomikrografi, bilimsel amaçlarla da kullanılan çıplak gözle görülmesi mümkün olmayan detayları deneyimlemeyi ifade ederken, makro fotoğrafçılık, küçük nesneleri büyüterek dikkat çekici hale getiren, algıda seçicilik gerektiren deneyimleri ifade eder. Bu bildiride, fotomikrografi ve makro fotoğrafın sanat, gerçeklik ve algıda seçicilik bağlamında nasıl ele alınabileceği incelenecektir.
Fotomikrografi, Makrofotografi, Makro Fotoğrafçılık, Sanat, Gerçeklik
Giriş
Fotomikrografi ve makrofotografi, gözle görülemeyecek kadar küçük veya ince detayları, belirli bir büyütme ile görünür hale getirir ve fotoğrafın "gerçeklik" rolüne ilişkin tartışmalara katkıda bulunur. Fotomikrografi, organizmaların hücresel yapılarından veya kristallerin geometrik dizilimlerine kadar doğadaki gizli detayları açığa çıkarır. Makrofotografi ise, objelerin çok yakın çekimleriyle yüzeydeki desenleri ve dokuları inceleyerek, bu unsurların algısal sınırlarını genişletir. Özellikle doğa fotoğrafçılığında, bir kelebek kanadının dokusu veya bir su damlasının içindeki kırınım gibi unsurlar, insan gözünün fark edemeyeceği detayları sanatın bir parçası haline getirir. Bu teknik, doğanın sunduğu ince güzellikleri görünür kılarak, gerçekliğe olan bakış açımızı değiştirir (Smith, 2018).
Bu iki teknik, aynı zamanda fotoğrafın geleneksel anlamda gerçekliği yansıtmaktan öteye geçebileceğini gösterir. İnsan gözünün fark edemediği boyutlar, bu tür fotoğraflarla izleyicilere aktarılır, dolayısıyla fotoğrafın gerçeklik ve temsil ilişkisi sorgulanmaya başlanır. Görülemeyen detayların dışavurumu olarak fotoğrafı, mekan ve zamanın ötesinde bir anlam taşıyan bir araç olarak konumlandırır.
Fotomikrografi ve makro fotoğrafta kullanılan kontrast teknikleri, renklendirme ve görüntü işleme yöntemleri, doğrudan gerçeği yansıtmayabilir. Dolayısıyla, elde edilen görüntüler, bir manipülasyon sürecinden geçerek farklı bir anlam kazanır (Frankel & Whitesides, 2009). Bu durum, bu tekniklerin gerçekliği olduğu gibi yansıtmak yerine, onu yorumlayan bir görsel dil sunduğunu göstermektedir.
Bu bağlamda, hem fotomikrografi hem de makro fotoğrafçılık, nesnel gerçeklikten yola çıkar ve onu farklı bir perspektiften yorumlayarak yeniden biçimlendirir. Yüksek büyütme oranları ve özel optik teknikler sayesinde, nesnelerin doğal halinden koparılarak yeni ve farklı imgeler yaratılırken izleyiciyi gerçekliği sorgulatan bir sürece yönlendirir.
Sonuç
Fotomikrografi ve makrofotografi, fotoğrafik gerçekliği soyut sanata ve deneysel sanat anlayışına taşıyan önemli araçlar olabilir. Fotoğrafın gerçekliği temsil etme kapasitesini, soyutlamaya ve farklı anlam katmanlarına dönüştürme gücüne sahiptir. Gerçeklik ve soyut sanatın kesişiminde, hem teknik hem de estetik bir yenilik sunar. Bu iki teknik, fotoğrafın sadece bir kayıt aracı olmanın ötesine geçerek, görsel algının sınırlarını zorlar ve izleyiciye gerçeklik ve düş arasında yeni bir anlam dünyası açar. Gerçeklik ve soyutlama arasındaki bu geçiş, sanatın farklı disiplinleriyle olan etkileşimini de güçlendirir.
Fotomikrografi ve makro fotoğrafçılık, sıradan nesneleri olağanüstü görsel estetik ile ön plana çıkarırken bilimsel sanatın gerçekliği; algıda seçiciliğe, sanat eserlerine ve sanatçılara önemli etkileri olmuştur. Sanatçıları sonsuzluk ve bilinmezlik kavramları üzerine düşünmeye teşvik ederken, izleyicisine somuttan soyuta zengin görsel perspektif olanağı sunar. Bu özellikleri ile insanın evrene bakışını yeniden şekillendiren önemli bir araç olmaya devam etmektedir ve gelecekte, bilim ve sanat arasındaki etkileşim arttıkça, mikro ve makro dünyaların sanata etkisi daha da derinleşecektir.
Photomicrography and macro photography are techniques that reveal details beyond the capability of the human eye, blurring the boundaries between objective reality and abstract art. These techniques not only allow for the visual expression of forms found in nature or artificial environments, but also expand the way art perceives nature. They are important tools that provoke deeper reflection on the nature of photography itself.
Photomicrography refers to the experience of details that cannot be seen with the naked eye and is also used for scientific purposes, while macrophotography refers to the experience of magnifying small objects and making them remarkable, which requires selectivity of perception. This paper explores how photomicrography and macrophotography can be approached in the context of art, reality, and selectivity in perception.
Photomicrography, Macrophotography, Macro Photography, Art, Reality
Born in Ankara in 1970, Irmak Soldamlı graduated from Hacettepe Unv. Health Services Y.O. Medical Laboratory, Istanbul Unv. Faculty of Health Sciences and Anadolu Unv. Photography and Videography Departments. She worked for 32 years in the Cytology Unit of the Department of Pathology at Hacettepe University and for 1 year in the Department of Pathology at Koç University Hospital. She also served as a cytotechnologist and trainer certified by the European Federation of Cytology Societies (EFCS) before retiring.
In addition to her hobbies, which include gardening, agriculture, flower cultivation, personal development, photography, and home decoration, she continues to pursue artistic photomicrography in the laboratory she established at home. She also works as a photography instructor. She shares her expertise in photomicrography through interviews, photography events, blog posts, and various communication platforms. Currently, she is a student in the Visual Communication Design program at Anadolu University.
Photography Activities
• Project Coordinator of the "Perception Photography Project – Life Matches from Nature to Micro" (2009)
• Project Coordinator of "A Feminine Perspective" (AFSAD, 2010)
• Editorial Board Member of Kontrast Magazine (AFSAD)
• Assistant Instructor for Close-Up and Nature Photography, as well as Pinhole Photography (AFSAD)
• Member of the Turkish team at the FIAP Nature Biennial (AFSAD, 2016)
• Jury Member and Exhibition Curator for the PathArt International Photomicrography Competition (Pathology Societies Federation, 2017)
• 1st Place Award in the Clemson University Hooked on Microscopy Contest (2018)
• Clemson University Contest Winners
• Guest Artist at IFOD International Photography Days (2018)
• Author of "Photomicrography", Retro Basım Yayın, ISBN-13: 978-6056811203 (2018)
• Jury Member and Exhibition Curator for the PathArt International Photomicrography Competition (2019)
• Participant in Bursa Fotofest Exhibitions and Presentations (2019-2020-2021)
• Presentation and Talk at Adafod (YouTube Link, 2022)
• Instructor for the Nature Awareness Workshop (AFSAD, 2024)
• Participation in various national and international exhibitions.
Fotoğraf Sanatçısı / Photographer
TÜRKİYE
E-posta: bekir.kirac@gmail.com; Instagram: @bekirkirac_art (Fotoğraf ve sergi paylaşımları, sanat içerikleri); Instagram: @synthetica (Yapay zekâ temelli koleksiyonlar); web: www.syntheticadesign.com
Bekir Kıraç Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde Maden Mühendisliği okudu. Başkent Üniversitesinde İşletme Bölümü’nde lisans üstü eğitimi yaptı. 1993 yılından itibaren, fotoğraf ve dijital sanat alanlarında çalışmalarını yürütmektedir. Ayrıca yapay zekâ tabanlı yaratıcılık alanlarında da çalışmalar yapmaktadır. Kendi fotoğraf ve dijital sanat stüdyosunda, 2015 yılından beri çalışmaktadır.
Pek çok solo (“… and Woman”; ExPercepta; Alegori; Alchemy) sergi düzenledi ve karma sergilere katıldı. Dijital sanat ve fotoğraf, yapay zekâ ile sanatın geleceği, yapay zekânın yaratıcı kullanımı konularını ele alan konuşma ve sunumlar yaptı.
Sanatın tarihi, teknolojik yeniliklerle şekillenmiş ve her dönemde yeni araçlar, üretim biçimleri ve estetik anlayışlar ortaya çıkmıştır. Fotoğrafın icadı, sanatın görsel temsilinde nasıl radikal bir dönüşüm yarattıysa, günümüzde, Yapay Zekâ (YZ) da benzer bir dönüşümü tüm sanat disiplinleri üzerinde gerçekleştirmektedir. Dijital devrimle birlikte, sanatçının zanaatkârlık ve teknik bilgiyle kurduğu bağ değişirken, sanatın yaratıcılık, rastlantısallık ve kolektif hafıza ile ilişkisi de dönüşmektedir.
Bu bildiride, YZ’nin sanat ve fotoğraf üzerindeki etkileri dört temel başlık altında ele alınmaktadır: 1) Teknoloji ve Sanat: YZ, sanat üretiminde yeni bir araç olarak, zanaat anlayışını ve üretim süreçlerini dönüştürmektedir. 2) Rastlantısallığın Bilinçli Kullanımı: YZ’nin sunduğu sözde rastlantısallık, sanatçılara bilinçli estetik seçimler yapma olanağı tanımaktadır. 3) Bütüne Katkı, Bütünden Destek: YZ, sanatçının bu kolektif hafızayı kullanmasını ve gizil uzayı (latent space) keşfetmesini sağlayarak sanatın sınırlarını genişletmektedir. 4) Üslup ve Ötesi: Sanatçıların üslupları artık tek bir kimlik üzerinden değil, değişken ve çok katmanlı bir yapı içinde değerlendirilmektedir.
Yapay Zekâ, Sanat, Fotoğraf, Gerçeklik, Üslup, Teknoloji, Gizil Uzay, Kolektif Sanat
Giriş
“Gerçeklik" ve "sanat" kültürel bağlamlardan ve dönemsel değişimlerden bağımsız düşünülemez; bu da, tanımlanmalarının zorluğuna işaret eder. İnsan, gerçekliğini, kendi bakış açısından oluşturur. Farklı kişisel gerçekliklerin paylaşılan yönleri, mutlak gerçekliğin bu olduğu izlenimini yaratır. Dil, kavramlarımız ve tanımlarımız, iletişimin en yalın ve etkili şekilde gerçekleşmesini sağlamak üzere, bu ortak alanda şekillenmiştir. Kavramsal sanat, iletişimin bizi hapsettiği sözde gerçeklik alanını kalıcı biçimde dönüştürerek genişletir. Böyle bir dönüştürmede fotoğraf, diğer tüm sanat dallarından daha büyük bir güce sahiptir. Çünkü fotoğraf, "objektif" aracılığıyla gerçekliği kaydederek, "nesnellik" iddiasıyla ortaya çıkar. Sanatçı, ortak gerçekliğimiz içinde var olan ancak fark edilmeyen unsurları ortaya çıkarttığı gibi, algılananları da farklı bir perspektiften sunar. Bu unsurlar arasındaki ilişkileri yeniden tanımlayarak farklı örüntüler oluşturur.
Teknolojik gelişmeler, sanat ve gerçeklik ilişkisinde, yeni bir döneme kapı açmaktadır. Dijital devrim ve Yapay Zekâ (YZ) uygulamaları, sanatçılara yeni görsel ve kavramsal şablonlar sunarak eserlerini şekillendirmelerine, farklı üsluplar arasında hızlıca geçiş yapmalarına ve yaratıcılıklarını zenginleştirmelerine olanak tanımaktadır. Takip eden 4 bölümde teknolojinin sanatla kesişimi, rastlantısallığın bilinçli şekilde kullanılışının YZ ile nasıl farklı bir boyuta ulaştığı ve YZ’nin, sanat üretiminde, bir "kolektif hafıza" olarak konumlanması ve üslup anlayışını nasıl değiştirdiği ele alınacaktır.
Bu bildiride, yazarın kişisel sanat pratiği ve deneyimlerine dayalı bir yaklaşım/yorum ortaya konulmaktadır.
Teknoloji Değiştikçe Sanat Nasıl Değişiyor?
Tarih boyunca gelişen teknoloji, sanatçıya yeni fırsatlar sunmuş ve bunlar da kaçınılmaz olarak önemli değişimler yaratmıştır. Bunların temelinde, sanatın üretim süreçlerindeki teknik ve zanaatsal dönüşümler yer almaktadır.
Örneğin fotoğraf alanında 1990’lı yıllarda emek ve zaman yoğun karanlık oda süreçleri, dijital teknolojilerle birlikte neredeyse ortadan kalktı. Bu dönüşüm, başlangıçta, fotoğrafın özüne yönelik tehdit ve zanaatın yok oluşu olarak algılanmış olsa da zaman, fotoğrafın sanatsal değerinin kullanılan araçların veya sürecin karmaşıklığından değil sanatçının kavramsal derinliğinden, estetik anlatımından ve özgün yaratıcılığından kaynaklandığını gösterdi.
YZ ve beyin-makine arayüzleri alanındaki gelişmeler böyle devam ederse bir süre sonra, sanatçılar zihinlerindekileri doğrudan, geleneksel bir üretim sürecine ihtiyaç duymadan sanatsevere ulaştırma imkanına sahip olacaklardır. Bir eserin sadece görsel ya da işitsel olarak değil, aynı zamanda, tüm duyularla deneyimlenmesi mümkün olabilecektir. Bu durum, sanatçı için daha önce zanaatsal veya teknik kısıtlar nedeniyle ifade edilememiş kurguları özgürce paylaşma imkanı sunarken, sanatsever için ise eseri bizzat sanatçının zihninden aracısız ve dolaysız biçimde deneyimleme fırsatı sağlayacaktır.
Böyle bir dünyada teknoloji, sanatın üretim yöntemlerini dönüştürmekle yetinmeyecek; aynı zamanda sanatçı ve izleyici arasındaki ilişkiyi yeniden tanımlayarak, sanatın ne olduğu, sanatçının kim olduğu ve sanat deneyiminin nasıl yaşandığı konusunda köklü bir değişim yaratacaktır.
Rastlantısallığın Bilinçli Kullanımı
Rastlantısallık, sanat tarihinde önemli bir yaratıcı unsur olarak hep var olmuştur. Sürrealistlerin bilinç dışı süreçlere yönelik deneylerinden soyut dışavurumcuların spontane fırça darbelerine kadar birçok sanatsal üretim biçimi, rastlantısallığı bilinçli bir yaratım aracına dönüştürmüştür.
Günümüzde YZ teknolojileriyle birlikte rastlantısallık kavramı farklı bir boyuta taşınmıştır. Çok kaba bir tarifle YZ, büyük veri kümelerindeki örüntüleri tanıyıp, belirli bir rastlantısallık içinde insanın anlam verebileceği çıktılar üreten, istatistiksel bir sistem olarak tanımlanabilir. Ancak burada söz konusu olan, gerçek anlamda bir rastlantısallık değil sözde rastlantısallıktır [1].
YZ devasa veri kümeleri içinde bağlantıları kurarken belirlenmiş sınırlar dahilinde seçimler yapar. Böylelikle ortaya çıkan sonuçlar hem öngörülemez hem de kontrollüdür. Dahası, başlangıç parametreleri (seed) [2] bilindiğinde bu sonuçlar tekrar üretilebilir. Temelde iki farklı YZ türü vardır:
Cartier-Bresson’un karar anı (decisive moment) kavramı, fotoğrafçının doğru anı ve görüntüyü yakalama sezgisine işaret eder. Ancak bu doğru an, çoğu zaman tamamen kontrol edilemez dış dünyada, rastlantısal unsurların birleşimiyle ortaya çıkar. Bu noktada, Peter Lik’in ünlü Ghost fotoğrafı iyi bir örnektir. Lik, Arizona’daki Antilop Kanyonu’nda, kum taneciklerinin havada asılı kaldığı anı yakalayarak, doğada kendiliğinden var olan rastlantısal bir durumu sanatsal bir forma dönüştürmüştür.
YZ ile çalışan bir fotoğraf sanatçısı istediği şartları stüdyoda oluşturmak veya doğada doğru anı beklemek yerine, sistem tarafından üretilen sayısız olasılık arasından bir görüntü seçer, onu yönlendirir ve kendi sanatsal anlatısını oluşturmak için istediği bağlamda kullanır. Böylece, rastlantısallık, artık yalnızca dış dünyada kontrolsüzce var olan ve yakalanması gereken bir an olmaktan çıkar; sanatçının bilinçli yönlendirmeleriyle kontrol edilebilen ve şekillendirilebilen bir araca dönüşür. Fotoğraf özelinde sanat, önceki zamanlarla kıyaslandığında, çok daha dinamik ve keşfe açık bir süreç haline gelir. YZ, saniyeler içinde sayısız varyasyon üreterek, sanatçının daha önce fark edemediği görsel ilişkileri ve biçimleri yüzeye çıkarmasına olanak tanır. Bu varyasyon miktarı, yalnızca tek bir komut için bile, herhangi bir insanın ömrü boyunca durmadan inceleyebileceğinden katbekat fazladır. Böylece, YZ’nin sunduğu rastlantısal zenginlik, sanatçının bilinçli seçimleriyle birleşerek tam anlamıyla yaratıcı bir sürece dönüşür.
Bütüne Katkı, Bütünden Destek
Sanatçılar, ürettikleri her eserle, bireysel olarak hareket etseler bile, insanın sanat anlayışı ve üretimi adına ortak bir dil oluşturan kolektif sanat hafızasına katkıda bulunurlar. YZ’nın devreye girmesiyle sanatın kolektif doğası daha görünür hale gelmiştir. Sanatçılar yalnızca geçmiş ustalardan değil YZ’nın sunduğu geniş veri havuzu sayesinde, daha önce haberdar bile olmadıkları sanatçılardan da beslenmekte ve kendi eserleriyle bu bütünü genişletmektedir. YZ, eğitiminde kullanılmış görsel verileri sentezleyerek yeni imgeler üretirken, sanatçının sürece yön veriş biçimi sanatsal içeriğin değerini belirler. YZ’nın sunduğu içerikler, doğrudan ve sorgusuz şekilde kullanıldığında, yaratıcı süreci sınırlandıran mekanik bir tekrar döngüsüne dönüşebilir. Böyle bir kullanım, gündelik ya da profesyonel ihtiyaçları karşılayabilir; ancak sanatsal bir derinlik taşımaz. Hatta bu süreç, bir arama motoruna anahtar kelimeler girip, çıkan görsellerden rastgele birini seçmeye benzer. Oysa sanatçının rolü, YZ’nın ürettiği verileri bilinçli bir süzgeçten geçirerek yönlendirmek ve bu ham malzemeden özgün sanatsal anlamlar inşa etmektir.
Görsel üretimde YZ, metin tabanlı üretime kıyasla daha dinamik bir süreç oluşturur. Metin üretimi dil kuralları çerçevesinde mantıksal bir yapı inşa ederken, görsel üretim, Gizil Uzay [7] (Latent Space) içindeki olasılıklardan belirli estetik ve anlam düzeylerine yönlendirilir. Konuşma ve yazı dili, görsel dille kıyaslandığında çok daha kısıtlı ve katıdır; dilde yeni kelimeler üretmek ve bunların yaygın olarak kabul görmesi uzun zaman alırken, görsel dil yeni formlar ve anlamlar yaratmada çok daha esnektir.
Gizil Uzay, yönlendirmelerle kavramlar ve imgeler arasında bağlantılar yaratmaya imkan sağlayan bir alandır. Görsel dil, kavramsal çerçevelere tam olarak oturtulamayacak, doğrudan duyulara hitap eden ve sezgisel olarak algılanan anlamlar içerir. Gizil Uzay, sanatçıya, kavramlar arasında dilde mümkün olmayan, ancak görsel olarak kurulabilen ilişkiler oluşturma imkânı verir. Bu ilişkiler doğrudan gizil uzayda hazır kurulu şekilde beklemez, ancak bir çeşit potansiyel olarak bulunur. Sanatçı metin komutları ve görsel yönlendirmelerle, YZ’yı alakasız görünen kavramlar arasındaki bağlantıları kurmaya, birbirleriyle ilişkilendirmeye zorlar ve var olan potansiyeli ortaya çıkartır. Burada önceki bölümde konu edilmiş olan sözde-rastlantısallık devreye girer. YZ, belli kurallar çerçevesinde, bu kavramlar arasında kurulabilecek çok sayıdaki görsel ilişki arasından birini tercih eder. Sanatçının bilinçli müdahalesi, dilde tanımlanamayan ancak görsel olarak güçlü anlamlar taşıyan yeni formların ve ilişkilerin ortaya çıkmasını sağlar. İnsan algısı, belirli kalıplar ve sınıflamalar çerçevesinde dünyayı anlamlandırırken, Gizil Uzay, bu kalıpların ötesinde yeni örüntüler oluşturma potansiyeli sunar. Örneğin, “dalga” ve “hafıza” kavramları ilk bakışta farklı alanlara ait gibi görünse de her ikisi de hem görsel hem kavramsal açıdan geçicilik ve iz bırakma olgularıyla ilişkilendirilebilir. Dalganın, suyun yüzeyinde gelip geçici şekiller oluşturması gibi, hafızamızdaki hatıraların zihinde canlanıp sönümlenmesi de benzer bir etki şeklinde algılanabilir. Görsel olarak ise, dalgaların kıvrımlı hareketleri ile hafızaya ev sahipliği yapan beyin kıvrımlarının yapısı arasında görsel benzerlikler bulunabilir. Bu ilişkiyi, birbirine bağlı görsel halkalardan oluşan bir zincir gibi düşünmek mümkündür: zincirin bir ucunda beyin dokusunun kıvrımları, diğer ucunda ise dalgalanan bir su yüzeyi bulunur. Zincirin her bir halkası, bazen daha çok dalgalanan bir yüzeyi, bazen ise daha çok beyin kıvrımlarını andıran görsellerin bir sentezi olarak tasavvur edilebilir. Gizil Uzay içinde bu iki uç arasında, aşamalı geçiş sağlayan görsel bir spektrum olduğu varsayılabilir. Bu spektrum, sanatçının farkında olmadığı bu tür ilişkileri yüzeye çıkararak, bir noktada kısmen dalgalanan su yüzeyine benzeyen, kısmen de beyin kıvrımlarını andıran görseller yaratılmasına imkan tanır. Aşağıdaki dizide bu anlatılanlar kısmen gösterilmeye çalışılmıştır. Anlaşılabilirlik açısından çok basit bir metin komut kullanılmış, ancak yönlendirme için metin içindeki kelimeler bazen birden fazla tekrar edilmiş ve bazen sıralamaları değiştirilmiştir. Tümünde aynı başlangıç noktası (komutun altındaki sayı) kullanılmıştır. [8]
Yukarıdaki örnekler, Gizil Uzay içindeki kavramların görsel olarak nasıl birbirine bağlanabildiği konusunda genel bir fikir sunmaktadır. Komutlardaki küçük değişikliklerin (örneğin, kelime tekrarları veya sıralamalar) görsel çıktılar üzerindeki etkisi açıkça görülebilir. Ancak en dikkat çekici nokta, asıl dönüşümün, özgün görsellerin veya belirli bir profilin [9] kullanımıyla gerçekleşmesidir. Buradaki basit örneğin yanıltıcı olmaması açısından şu vurguyu yapmakta fayda var: YZ tabanlı platformlar, sundukları ve yukarıda kafa karışıklığı yaratmaması açısından kullanılmayan pek çok parametre ile sanatçının, görselin üretim sürecine çok daha etkili bir şekilde dahil olmasına olanak tanımaktadır. Sanatçılar, görsel sınırların giderek belirsizleşmekte olduğu bir evrende, adeta bir kaşife dönüşmektedir ve keşiflerini, kendi oluşturdukları kavramsal bağlam içinde sanat üretimine dönüştürüp paylaşabilirler. Böylece sanat, geçmişle kurduğu bağı her zaman olduğu gibi dönüştürerek, geleceğin estetik biçimlerini keşfetmeye ve yeni anlam katmanları oluşturmaya giderek daha güçlü bir şekilde devam edebilir.
Üslup ve Ötesi: Tüm Sanatlar Birleşiyor
Sanatçı ve üslup arasındaki ilişki tarih boyunca, ayrılmaz bir bütün olarak ele alınmıştır. Bir sanatçının ismi anıldığında, eserleri ve üslubu zihinde canlanır; bir eseri gördüğümüzde ya da duyduğumuzda ise kimin yarattığını tahmin edebiliriz. Üslup, doğası gereği bir örüntüdür [10] ve zamanla, sanatçıyı özgürleştirmek yerine onu sınırlayan bir kalıba dönüşebilir.
Sanatta her fikir, duygu veya kavram, tüm yönleriyle tek bir üslupla ifade edilemez. Bu nedenle farklı disiplinlerin ve anlatım biçimlerinin birbiriyle etkileşime girmesi sanatçı için kaçınılmaz bir gerekliliktir. Geleneksel anlayışta sanatçının üslubu, zaman içinde olgunlaşan ve bireysel kimliğini yansıtan, sabit bir unsur olarak görülürdü. Ancak YZ tabanlı görsel üretim platformlarında kullanılan profil (üslup) geliştirme gibi araçlar, sanatçının belirli bir üsluba hapsolmak yerine, anlatımına en uygun estetik dili hızla ve etkili bir şekilde geliştirmesine olanak tanımaktadır. Böylece sanatçı, eskisi gibi tek bir üslubu yıllar içinde inşa etmek yerine, birden fazla estetik yaklaşımı aynı anda benimseyerek, her projede farklı anlatım dillerine hâkim olma şansı elde eder. Bu değişim, sanatsal üretimin daha esnek, özgür ve çeşitlilik içeren bir yapıya evrilmesini sağlarken, sanatçının tek bir tarzla sınırlı kalmadan, çok yönlü bir yaratıcı kimlik geliştirmesine de imkan tanır.
Geleneksel sanatçı profiline alışkın olan anlayışın aksine, teknoloji, sanatçının özgün yorumunu devre dışı bırakmaz; sanatçının bilinçli seçimlerine ve yönlendirmelerine ihtiyaç duyan bir araç olarak varlığını sürdürür. Sanatçının dahli olmadığında, bu teknolojik sistemler yalnızca mevcut stilleri tekrar eden ya da rastgele birleştiren bir dijital yankıya dönüşür. İnsanın bireysel özgünlüğü ve bilinçli müdahalesi olmadan üretilen herhangi bir çıktı, sanat olarak kabul edilemez.
Sonuç olarak, geleceğin sanatçısı farklı disiplinleri birleştiren, duyusal algıları yepyeni kavramsal bağlamlar içinde şekillendiren bir profile evrilecektir. Sanatçı, artık yalnızca bir ressam ya da heykeltıraş değil, kendi yaratıcılığıyla ürettiği eserlerin de küratörü olan bir figüre dönüşecektir. Sanatçının üretimi, yalnızca bir eser ortaya koymakla kalmayacak; aynı zamanda, eserlerinin birbirleriyle nasıl ilişkilendiğini, nasıl bir bütünlük oluşturduğunu ve izleyiciyle nasıl bir anlatı kurduğunu da şekillendirecektir.
[1] Sözde Rastlantısal (pseudo-random) terimi, bilgisayar bilimlerinde, tamamen deterministik ve tekrarlanabilir bir süreçle üretilmiş olmasına rağmen, istatistiksel olarak rastgele görünen sayı dizilerini tanımlar. Gerçek rastgelelik, doğada var olan ve fiziksel süreçlerden elde edilen bir kavramdır (örneğin, radyoaktif bozunum, termal gürültü). Ancak bilgisayarlar deterministik sistemler oldukları için, tamamen rastgele sayı üretemezler. Bu yüzden rastgelelik gerektiren birçok alanda, sözde rastgele sayı üreticileri (PRNG - Pseudorandom Number Generator) kullanılır. (Y.N.)
[2] Seed, rastgele sayı üreteçlerinde başlangıç noktasını belirleyen bir değerdir. Bu değer aynı kaldığında, üretilen sözde-rastgele sayı dizisi de her seferinde aynı olur. (Y.N.)
[3] Büyük Dil Modelleri (Large Language Models - LLM), büyük miktarda metin verisi üzerinde eğitilmiş ve derin öğrenme yöntemleriyle doğal dili anlamaya, üretmeye ve manipüle etmeye odaklanan yapay zekâ modelleridir. LLM'ler, genellikle dönüştürücü (Transformer) mimarisi kullanılarak geliştirilir ve kendi kendine dikkat (self-attention) mekanizması sayesinde, kelimeler arasındaki bağlamsal ilişkileri anlama konusunda oldukça başarılıdırlar. Bu modeller, dilin yapısını ve anlamını öğrenerek soru yanıtlama, metin üretme, çeviri yapma, özetleme, kod yazma ve analiz yapma gibi çok çeşitli görevleri yerine getirebilirler. (Y.N.)
[4] Difüzyon Modelleri (Diffusion Models) olasılıksal modelleme tekniğini kullanarak veri üretmek için kullanılan derin öğrenme modelleridir. Bu modeller, genellikle görüntü üretiminde kullanılır ve ters difüzyon süreci aracılığıyla rastgele gürültüden anlamlı veriler oluşturur. Difüzyon modelleri, Gaussian difüzyon süreci ile çalışarak önce veriyi iteratif olarak bozar ve ardından, bu bozulmuş veriden orijinal veriyi veya yeni anlamlı örnekleri geri kazanmaya çalışır. (Y.N.)
[5] Prompt, yapay zekâ sistemlerine (özellikle dil ve görsel üretim modellerine) verilen yönlendirici bir komuttur, metin veya görsel içerikli olabilir. Bu, bir soru, talimat, metin girişi veya görsel tanımı olabilir. Yapay zekâ, prompt’a verilen girdiye göre bir çıktı üretir. (Y.N.)
[6] CLIP Embedding, OpenAI tarafından geliştirilen Contrastive Language–Image Pretraining (CLIP) modelinin, metin ve görselleri ortak bir anlam uzayında temsil etmek için oluşturduğu vektör temsilleridir. Bu yöntem, bir metin açıklamasıyla en iyi eşleşen görseli veya bir görselle en iyi eşleşen metin açıklamasını belirleyebilmek için kullanılır. CLIP modeli, büyük çaplı metin-görsel eşleştirme verileri üzerinde eğitilerek, kelimeler ve görüntüler arasındaki anlamsal ilişkileri öğrenir. Bu sayede, yapay zekâ modelleri metin tabanlı komutları görsellerle eşleştirebilir ve metinden görsele üretim süreçlerinde yönlendirici bir rol oynar. (Y.N.)
[7] Gizil Uzay (Latent Space): Makine öğrenimi ve yapay zekâda, yüksek boyutlu verilerin anlamlı ve sıkıştırılmış bir şekilde temsil edildiği soyut alan. Derin öğrenme modelleri, bu uzayda veriler arasındaki örüntüleri öğrenerek yeni ve anlamlı çıktılar üretebilir. (Y.N.)
[8] Görsel Midjourney platformunda üretilmiştir (Y.N.)
[9] Profil, (bir anlamda üslup) YZ tabanlı görsel üretim platformlarında (örneğin, Midjourney) kullanıcıların sanatsal tercihlerini, üslup eğilimlerini ve yaratıcı yönelimlerini belirleyerek, sistemin ürettiği görselleri kişiye özel hale getirmesine olanak tanıyan bir özelliktir.
Bu profil, önceki etkileşimlerden ve verilen komutlardan öğrenerek, kullanıcının estetik anlayışına uygun sonuçlar üretmesini sağlar.
[10] Sanatta örüntü, belirli bir düzen, tekrar veya ilişkisel yapı gösteren biçimsel ya da kavramsal organizasyon sistemidir. Estetik düzlemde, görsel sanatlarda renk, biçim, kompozisyon veya ritmik tekrarlarla kendini gösterebilirken; kavramsal düzlemde, sanatçının üslubu, temaları ve anlatı yapıları içinde ortaya çıkan tutarlı bir yönelim olarak da değerlendirilebilir. Sanatsal örüntüler, bireysel yaratım süreçlerinde sanatçının bilinçli ya da bilinçsiz olarak geliştirdiği stilistik ve tematik tekrarları içerir. (Y.N.)
The history of art has been shaped by technological innovations, introducing new tools, production methods, and aesthetic approaches in every era. Just as the invention of photography brought a radical transformation to visual representation, Artificial Intelligence (AI) is now creating a similar shift across all artistic disciplines. With the digital revolution, the relationship between craftsmanship, technical knowledge, and artistic practice is evolving, while creativity, randomness, and collective memory are also being redefined. This paper examines the impact of AI on art and photography through four key themes: 1) Technology and Art: AI, as a new tool in artistic production, transforms craftsmanship and production processes. 2) Conscious Use of Randomness: AI-generated pseudo-randomness enables artists to make deliberate aesthetic choices. 3) Contribution to and Support from the Whole: AI allows artists to utilize collective memory and explore latent space, expanding the boundaries of artistic creation. 4) Beyond Style: Artistic styles are no longer tied to a single identity but rather exist within a fluid and multi-layered framework.
Artificial Intelligence, Art, Photography, Reality, Style, Technology, Latent Space, Collective Art
Sanatçı, Akademisyen, Yazar / Artist, Academican, Writer
TÜRKİYE
Dr. Öğr. Gör., Orta Doğu Teknik Üniversitesi
ozyavuz@metu.edu.tr
Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışan Ozan Yavuz, Sanatta doktora eğitimini 2019 yılında Yıldız Teknik Üniversitesi Sanat ve Tasarım Bölümü’nde tarihsel üstkurmaca, fotoğraf, göç ve kendi kişisel hikayesine dayalı bir anlatı üzerine kurduğu tez çalışması ile tamamlamıştır.
‘Fotoğrafçının Eğitimi’ (The Education of a Photographer), kitabının ortak çevirisinde yer almış ve 2020 yılında ”Antropoloji ve Fotoğraf: Yöntem ve Temsil Üzerine”’ başlıklı kitabı Espas Sanat ve Kuram Yayınları’ndan yayınlanmıştır. 2024 yılında yine Espas Sanat ve Kuram Yayınları’ndan yayınlanan, Gülay Doğan ile ortak çevirisini yaptığı “Görsel Metodolojide Gelişmeler” kitabının editörlüğünü üstlenmiştir. Yavuz, dört kişisel sergi açmıştır: İşçiler (Patti ve Rusty Rueff Galleries, Purdue, Indiana, ABD, 2016), Zambak ve Ahlat (Halka Art Project, İstanbul, Türkiye, 2019), Noir (Firuzen Olşen Gallery, Ankara, 2023) ve Tuzun Tadı (Fotokolektif, Ankara, 2024).
Halen oyun fotoğrafçılığıyla ilgilenmekte olup şu sergilere katılmıştır: “MetaNature”, (18-21.05.2023), Eindhoven, FotoFestival (Art and Technology); “The Americans”, (09-12. 02. 2023), Rotterdam Photo (Freedom Redefined). Araştırma ilgi alanları arasında görsel antropoloji, oyun içi fotoğrafçılık, yapay zeka tarafından üretilen görüntüler ve fotoğraf teorisi yer almaktadır.
Fotoğraf her zaman spektral bir niteliğe sahip olmuştur. Baskın teorik bakış açılarının aksine, gerçeklikle bağlantısı doğası gereği kameraya veya camera obscura'ya bağlı değildir. İndekssellik, nedensellik ve referansa odaklanan geleneksel söylem, fotoğraf eğitimini ve yorumunu derinden şekillendirmiştir. Bazin, Peirce ve Krauss gibi akademisyenler fotoğrafın otomatik doğasını ve gerçeklikle bağlantısını vurgulamışlardır, ancak son bakış açıları bu varsayımlara meydan okumaktadır. Flusser'dan yararlanan Toister, fotoğrafçılığı tekil bir ortam olmaktan ziyade örtüşen uygulamalar alanı olarak yeniden tanımlamaktadır. Fontcuberta ise fotoğrafçılığı nesnel temsil yerine yanılsama ve hayaletsi olanla hizalamaktadır. Fotoğrafçılık, mistik ve metafizik geleneklerde kök salmış olarak mekanik icadından önce gelir. Capa'nın Düşen Asker’ini çevreleyen tartışmayı inceleyen makale, Yapay Zekâ’nın metinden görüntüye modeller aracılığıyla tarihsel imgeyi yeniden yapılandırmadaki rolünü soruyor. Sonuç olarak, fotoğrafçılık akışkan, döngüsel ve rizomatiktir; gerçek anlamda "sonrası -post" olmamış, ancak gerçeklik ve kurgunun katı ikiliklerinin ötesinde sürekli olarak gelişmiştir.
Fotoğraf Teorisi, İndeksellik, Referans, Rizom, Gerçeklik, Yapay Zekâ
Photography has always possessed a spectral quality. Contrary to dominant theoretical perspectives, its connection to reality is not inherently tied to the camera or camera obscura. The traditional discourse- centered on indexicality, causality, and reference -has deeply shaped photographic education and interpretation. Scholars like Bazin, Peirce and Krauss have emphasized photography’s automatic nature and its link to reality, yet recent perspectives challenge these assumptions. Toister, drawing from Flusser, redefines photography as a field of overlapping practices rather than a singular medium. Fontcuberta, in turn, aligns photography with illusion and the ghostly rather than objective representation. Photography predates its mechanical invention, rooted in mystical and metaphysical traditions. Examining the controversy surrounding Capa’s Falling Soldier, the essay explores AI’s role in reconstructing historical imagery through text-to-image models. Ultimately, photography is fluid, cyclical, and rhizomatic—never truly “post” but continuously evolving beyond rigid binaries of reality and fiction.
Photography Theory, Indexicality, Reference, Rhizome, Reality, Artificial Intelligence
Ever since the fifteenth century, Occidental civilisation has suffered from the divorce into two cultures: science and its techniques-the 'true' and the 'good for something'-on the one hand; the arts-beauty-on the other. This is a pernicious distinction. Every scientific proposition and every technical gadget has an aesthetic quality, just as every work of art has an epistemological and political quality. More significantly, there is no basic distinction between scientific and artistic research: both are fictions in the quest of truth (scientific hypotheses being fictions). Electromagnetized images do away with this divorce because they are the result of science and are at the service of the imagination. They are what Leonardo da Vinci used to call 'fantasia essata'. A synthetic image of a fractal equation is both a work of art and a model for knowledge.
Vilém Flusser, 1986
Photography has always had a ghostly character. Contrary to the early and dominant theorists, the connection or ontology of photography with reality was not actually related to the camera or camera obscura. Here, the dominant discourse that concerns the majority and draws photography to itself, the theories created by the concepts of reference, trace, indexicality and causality, have become so entrenched that photography education, as in most geographies, has not been able to go beyond this theory in our country. The influences of theorists such as Andre Bazin (1960), Charles Sanders Peirce (Lefebvre, 2007), Roland Barthes (1981), Rosalind Krauss (1977a; 1977b) and Walter Benjamin (1972), while confronting photography only with the question of whether it is real or not, have also attracted postmodern discourse and have brought the automatic nature of photography and its indexical relationship with reality to the forefront. Based on this interpretation, Toister adopts the concept of similarity in reassessing the ontology of photography – arguing that photography should be understood as a set of diverse practices with overlapping characteristics rather than as a medium with a single defining feature. The author ultimately argues that photography is not a unified medium with a fixed essence, but rather as a set of media with diverse characteristics. Drawing on the philosophy of Vilém Flusser, Toister (2020) reinterprets the term “photography” not as “light” but as “appearance”, allowing photography to contain illusions and possibilities beyond fixed realities. In parallel, Fontcuberta’s argument regarding the literal definition of photography is related to “ghost” and “imagination (or dream, imagination, fiction)” in relation to appearance, rather than “brightness (light)” or “spark”. Here, Fontcuberta unwittingly refers to the classical again, to Walter Benjamin’s (1999) ability to see and commission photography as a savior of history, to moments of gleaming. Fontcuberta (1997, p. 166) argues that photography is more concerned with appearances - illusions or phenomena - rather than an objective reality derived from light. He criticizes the historical role of the medium as a means of representing reality and instead argues that photography should be understood as "the writing of appearances" and is inherently linked to illusion and constructed meaning.
Therefore, photography is not a camera obscura first of all [1] . Because before it became a camera obscura, the idea of photography always existed in the Platonic and Neoplatonian period. According to Mikuriya, the invention of photography is only a material manifestation of what has always existed. The existence of photography at the root of this emergence can be revealed in the roots of Western metaphysics, in the discourses of magic, mysticism and spiritual practice (2017,11). Slater (2017) explains these images by arguing that the scenario revealed by the diaroma exceeds the objective goal of modernity to explain the mysteries of the world. Photography, on the contrary, revives enchantment. Paradoxically, it aims to re-enchant the world with natural magic rather than rational analysis. In this sense, the diaromas created by Daguerre were not just representations; they were simulations full of immersive virtual experiences. Photography is, in a sense, a rhizomatic event: a fluid, cyclical and ghostly image. Therefore, photography has never been post-. The aftereffect is the state of the image disintegrating, becoming fluid, waiting for a new rethinking process that needs time to emerge, just to overcome the dominant discourse. In other words, it is the field of image study that necessitates the end of the discourses of the first theorists who created dichotomies such as reality and truth. Likewise, as Fontcuberta also states, post-photography is not a new technique, style or movement in the digital age, but a complete rethinking of the image. In a time when the internet and social media are proliferating, it uses new media in both its theory and practice as a way of investigating what constitutes the post-photographic image (Moreiras, 2017).
Now, since 2014, we are immersed in the images produced by the machine learning model Generative Adversarial Networks (GAN; Goodfellow et al, 2014), which consists of two neural networks working in opposite directions to produce new data. The first topic of discussion was, of course, whether these images were photographs or real. In her definition of “mean images,” Hito Steyerl (2023) redefines these images in the context of machine learning (ML) and artificial intelligence (AI), arguing that images generated by AI are no longer bound to the indexicality of traditional photography, but instead represent statistical representations, that is, images generated according to probabilities rather than real-world references. Steyerl compares this change to historical traditions of photography, which relied on the direct effect of light on film or sensors. Rather than recording reality, AI-generated images average out large data sets, producing “mean images” in both a statistical sense (mathematical average) and a socio-political sense (pejorative, reductionist, and shaped by societal biases), she says. [2]
We can reconsider this dual approach through Robert Capa’s famous photograph, The Falling Soldier. Following its capture, the image became the center of intense debate, with critics questioning whether it was an authentic moment or a staged composition. Richard Whelan (2017) explains the inextricable situation of the photograph as follows: “I struggled with the dilemma of how to deal with a photograph that was believed to be real, but was not a genuine document. With a title that spoke of the doubts raised about its authenticity? Did the stain of doubt render it permanently ineffective? Should Capa’s photograph be consigned to the dustbin of history? As I will try to show here, the truth about the “Falling Soldier” is neither black nor white. It is neither a photograph of a man pretending to be shot nor an image taken at a moment we would normally recognize as the heat of battle.” Leaving us in a ghostly space, this photograph reveals the photograph’s intention to document something that does not exist. We may define this as fiction or propaganda. On the other hand, the definition of photographs produced by artificial intelligence is that they are not real because they are data belonging to another data set. The photographs produced with this data have been called non-human photography (Zylinska, 2017), neural photography (Zylinska, 2023) or hyperobject [3] . From here, let’s consider Capa’s photo again with a GAN-based text-to-image model, which is a type of artificial intelligence that uses machine learning algorithms to understand the meaning of a text prompt and generate a corresponding image, that is, it generates images based on a textual description provided as input. Let’s assume that Capa actually saw the moment of the incident and was unable to photograph it even though he had a camera in his hand. To obtain the “Falling Soldier” photo, let’s use the following text about the moment of the incident: “A Republican soldier at the moment of death. The soldier, shot in the head, falls backwards with his rifle flying out of his right hand. The soldier is wearing civilian clothes, trousers and a white shirt with the sleeves rolled up, but he is wearing a leather cartridge belt around his waist. The photo is set from a low angle in a rural area with the sky as the background.”
Therefore, we only have a text that we can convey the moment of the event. When we enter this text, the photograph that appears before us shows us another moment of the fallen soldier that we have never seen before or that is similar to the original. As a medium without a camera obscura, that is, without a camera, it presents us with the photograph of the text requested, even if it is synthetic: It is neither a photograph of a man acting as if he has been shot, nor is it an image taken at a moment that we would normally consider the heat of battle: Fluid, cyclical, that is, rhizomatically, without any reason, in a ghostly way, just like in Socrates' dream.
[1] Socrates’ dream, recounted in Plato’s Phaedo, includes a recurring vision of a woman in white telling him, “Make music and work on it,” which he ultimately interprets as an encouragement to pursue philosophy, the highest form of music. This dream, occurring on the brink of his death, resonates with photography’s ability to capture fleeting moments and suspend time in a revealing yet fatal moment. Derrida connects this dream to Socrates’ execution in Demeure, Athènes , likening the sudden appearance of the ship’s sails—a sign of his impending death—to the momentary nature of a photographic exposure, a flash of an image that appears and fades at the same time. Photography, like Socrates’ dream, interacts with light and overexposure, recalling the Neoplatonic notion that an encounter with the divine is overwhelmed by brightness, like an overexposed image. The dream also suggests an archetypal photographic process akin to a latent image waiting to be developed, reflecting the tension between revelation and concealment. Just as Socrates equated music with philosophy, both seeking to give form to the ineffable, photography shares this longing and attempts to grasp ephemeral realities through light and time. In this sense, Socrates’ dream becomes a metaphor for the photographic impulse to capture moments of illumination and mortality, always bounded by the boundaries of vision and disappearance. See Mikuriya, J. T. (2017). A history of light: The idea of photography. Bloomsbury.
[2] The dataset or big data required for the formation of the average image not only reveals different problems in terms of anthropology, politics, sociology and ecology, but also ignites the typical comparison mentioned above in terms of photographic ontology. In this sense, such a situation brought about by data colonization also brings up a series of different problems, from bringing up a different dimension of historical colonialism between the Global South and the Global North to ecological degradation. See: Thatcher, J., O’Sullivan, D., & Mahmoudi, D. (2016). Data colonialism through accumulation by dispossession: New metaphors for daily data. Environment and Planning D: Society and Space, 34(6), 990–1006. https://doi.org/10.1177/0263775816633195
[3] The definition of a hyperobject can be applied to AI-based photography as an object that can emerge in a fluid, data-driven large-scale structure: “In Ecological Thought, I introduced the term hyperobject to refer to things that are vastly distributed in time and space relative to humans. A hyperobject could be a black hole. A hyperobject could be the Lago Agrio oil field in Ecuador or the Florida Everglades. A hyperobject could be the biosphere or the Solar System. A hyperobject could be the sum of all the nuclear materials on Earth; or it could just be plutonium or uranium. A hyperobject could be a very long-lived product of direct human production, like Styrofoam or plastic bags, or the sum of all the whirring machines of capitalism. Thus, hyperobjects are ‘hyper’ relative to some other entity, whether or not they were directly produced by humans.” (Morton, 2013: 1)
Ozan Yavuz is a lecturer at Middle East Technical University. He completed his PhD in Art and Design at Yıldız Technical University in 2019 with a dissertation that explored historical metafiction, photography, migration, and personal narrative. He contributed to the co-translation of The Education of a Photographer and published his book Anthropology and Photography: On Method and Representation with Espas Art and Theory Publications in 2020. In 2024, he edited the book Advances in Visual Methodology, co-translating it with Gülay Doğan, also published by Espas. Yavuz has held four solo exhibitions: Workers (Patti and Rusty Rueff Galleries, Purdue, Indiana, USA, 2016), Lily and Wild Pear (Halka Art Project, Istanbul, Turkey, 2019), Noir (Firuzen Olşen Gallery, Ankara, 2023), and The Taste of Salt (Fotokolektif, Ankara, 2024). He is also engaged in in-game photography and has participated in exhibitions such as MetaNature (May 18-21, 2023, Eindhoven FotoFestival – Art and Technology) and The Americans (Feb 9-12, 2023, Rotterdam Photo – Freedom Redefined). His research interests include visual anthropology, in-game photography, AI-generated imagery, and photography theory.
Fotoğraf Sanatçısı, Yazar, Küratör / Photographer, Writer, Curator
TÜRKİYE
www.cemreyesil.com
www.filbooks.com
cemreyesil@me.com
Cemre Yeşil Gönenli İstanbul’da yaşayan bir fotoğrafçı ve sanatçı. Lisans eğitimini İstanbul Bilgi Üniversitesi, Fotoğraf ve Video bölümünde aldıktan sonra yüksek lisansını Sabancı Üniversitesi, Görsel Sanatlar bölümünde tamamladı. London College of Communication’ın Fotoğraf Bölümü’nde başladığı doktora programından 2017’de ayrılarak araştırmasına bağımsız olarak devam etti. İşleri The Guardian, International Centre of Photography New York, British Journal of Photography, Colors Magazine, La Fabrica, 6 mois, İstanbul Modern ve Salt Beyoğlu gibi yerlerde sergilendi ve yayınlandı.
2020 yılında çıkan kitabı Hayal & Hakikat, PhotoEspana 2021 Yılın Fotoğraf Kitabı Ödülüne layık görüldü. Aynı kitap hem Paris Photo Aperture Fotoğraf Kitabı ödülleri’nde Yılın Fotoğraf Kitabı kategorisine, hem de Recontres Arles 2021 Historical Book Ödüllerine aday oldu. 2014 ve 2021’de Amsterdam Photography Museum FOAM’ın Paul Huf Awards, 2016’da ING Unseen Awards ve Lead Awards’a aday gösterildi. Maria Sturm’la birlikte çalıştığı projesi For Birds’ Sake ile British Journal of Photography’nin Şubat 2015 sayısında takip edilmesi gereken 25 genç sanatçı arasında yer aldı. Aynı proje PHE OjodePez Award for Human Values and Renaissance Photography Prize, Arles Author Book Award and Prix Levallois Award’a aday gösterildi.
Eserleri Houston Center of Photography, New York Library, İstanbul Modern ve RISD Library’nin koleksiyonlarına dahil edildi. Halen Falmouth Üniversitesi Fotoğraf yüksek lisans bölümü ve İstanbul Bilgi Üniversitesi, Görsel İletişim Tasarımı lisans bölümünde ders vermekte olan Cemre Yeşil Gönenli aynı zamanda yazar, küratör ve yayıncı olarak da üretim yapmakta. Yakın zamanda Milli Reasürans Galerisi’ndeki sergisine paralel olan çıkan kitabı ‘Double Portrait’ PhotoEspana 2021 Best Photobook of the Year ödülüne aday oldu. 9 yıllık bir araştırma ve fotografik pratiğin ürünü olan bu kitap, çifte portre fotoğrafları, annenin kucağı ve yokluğu üzerine görsel ve metinsel denemelerden oluşuyor.
Cemre Yeşil Gönenli ayrıca Karaköy’de yer alan fotoğraf kitapları, sanatçı buluşmaları ve atölyelere adanmış olan ve 2017’de bir yayınevi olan FiLBooks’un kurucusu.
Lütfen devam etmeden önce başparmağınızı ve işaret parmağınızı ölçün.
II. Abdülhamid, saltanatının 25. yılında, planlanan bir af için hazırlık olarak, mahkûmların elleri görünür şekilde fotoğraflanmalarını emretti. Bir suç romanında okuduğu, “başparmak eklemi işaret parmağı ekleminden daha uzun olan herhangi bir suçlunun cinayete meyilli olduğu” şeklindeki, sözde bilimsel bilgiden etkilenmiş.
O ölürse üzülür müydünüz?
– Çok.
– O zaman affedin.
“Hayal” (Rüya), bu mahkûmların affedilme arzusunu, tebaanın affedilmeyi bekleyen ellerini göstererek sembolize eder.
Öte yandan “Hakikat” (Gerçek), zincire vurulmuş ve ölüme mahkûm edilmiş mahkûmların gerçek koşullarını ortaya koyar.
Mahkûmların başlarını, sanki giyotinle kesilmiş gibi, çerçevenin dışında bırakmak, onları kurtarmak için bir jesttir; suçlular olarak kimliklerini yeniden kaydetmek, suçları ne olursa olsun onları bir kenara atmak için değil, onlara, ikinci bir şans vermek veya hatta özgürlüklerini geri vermek ve belki de onları affetmeye çalışmak için.
Bu fotoğraflar, 'Rüya' ile 'Gerçek' arasındaki çizginin sıklıkla endişe verici bir düzeyde bulanıklaştığı, içinde bulunduğumuz sıkıntılı döneme benzer bir ışık tutuyor. Baskı ve keyfi tutuklamaların olduğu bir zamanda, bu görüntüler tarih boyunca yazılmış özgür konuşma gibidir - sessiz bir protesto.
Hayal ve Hakikat, Türkiye'nin içinden geçtiği bu zor zamanlarda, keyfi olarak mahkum edilen veya bu güzel topraklardan ayrılmak zorunda kalan parlak insanlara adanmıştır.
Anahtar Kelimeler: Hayal, Hakikat, Hayal ve Hakikat, Baskı, Keyfi Tutuklamalar
Please, measure your thumb and index finger before you continue.
Abdulhamid II, during the 25th year of his reign, ordered convicts to be photographed with their hands showing, in preparation for a planned amnesty. He has been moved by pseudo-scientific information he had read in a crime novel that “any criminal with a thumb joint longer than the index finger joint, is inclined to murder.”
Would you be upset if he dies?
– So much.
– Then, forgive.
“Hayal” (Dream) symbolizes the desire of these prisoners to be forgiven by showing the subjects’ hands awaiting forgiveness.
“Hakikat” (Fact), on the other hand, reveals the actual circumstances of the prisoners who are chained and sentenced to death.
Leaving the heads of the prisoners out of the frame, as if they had been cut by the guillotine is a gesture to save them; not to re-record their identities as criminals, discarding their crimes whatever they were, but rather to give them a second chance or even to give them back their freedom, and perhaps to try to forgive them.
These photographs shed a comparable light on the troubling era at hand, where the line between ‘Dream’ and ‘Fact’ is often blurred at an alarming level. In a time of repression and arbitrary detentions, these images are like free speech written through history —a silent protest.
Hayal & Hakikat is dedicated to bright people who are arbitrarily convicted or had to depart from this beautiful land in these difficult times that Türkiye is going through.
Imagination, Reality, Imagination and Reality, Repression, Arbitrary Arrests
Cemre Yeşil Gönenli is a Turkish photographer and artist living in Istanbul. Her BA in photography is from Istanbul Bilgi University and she holds an MA in Visual Arts from Sabancı University. In 2017, she dropped out her practice-based PhD in London College of Communication. Her work has been exhibited and published internationally including The Guardian, International Centre of Photography New York, British Journal of Photography, Colors Magazine, La Fabrica, 6 mois, Istanbul Modern Museum, and Salt Beyoğlu.
Her 2020 book Hayal & Hakikat was the winner of Best Photobook of the Year in PhotoEspana 2021 and the same book was shortlisted in Paris Photo Aperture Photobook Awards for the Photobook of the Year Category and Historical Book Award in Recontres Arles 2021. She was also nominated for the Paul Huf Award of Amsterdam Photography Museum FOAM in 2014 and 2021, for ING Unseen Talent Award 2016 and for Lead Awards 2016. British Journal of Photography - Ones to Watch issue (February 2015) introduced her amongst the 25 most promising new talents in global survey of emerging photographers with the work ‘For Birds’ Sake’ (in collaboration with Maria Sturm). The same work was finalist at PHE OjodePez Award for Human Values and Renaissance Photography Prize, Arles Author Book Award and Prix Levallois.
Her works are included in the collections of Houston Center for Photography, New York Library, Istanbul Modern Museum, and RISD Library. She currently lectures on photography in Falmouth University MA Photography and Istanbul Bilgi University BA Visual Communication Design. She also works as a writer, curator and publisher. Recently, she published her book titled ‘Double Portrait’ in paralel with her exhibition in Milli Reasürans Art Gallery which was shortlisted in PhotoEspana 2021 Best Photography Book of the Year Award. The work is an outcome of 9 years of research and practical work on photographic double portraiture; a hybrid book of photographs and essays on mother’s embrace and absence. Cemre Yeşil Gönenli is also the founder of FiLBooks; a space dedicated to photo books, artist talks and workshops which in 2017 became a publishing house in Karaköy, Istanbul.
Sanatçı, Akademisyen / Artist, Academician
TÜRKİYE
Doçent, Kırklareli Üniversitesi, Lüleburgaz MYO Grafik Tasarım Programı
erengorgulu@gmail.com
1982 yılında Ankara’da doğdu. 2007 yılında Süleyman Demirel Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Bölümü’nü bitirdi. Aynı üniversitede tamamladığı Yüksek Lisans çalışmasının ardından, 2020 yılında, Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Plastik Sanatlar Anasanat Dalında, Sanatta Yeterlik çalışmasını tamamladı.
Fotoğraf, Grafik Tasarım ve Plastik Sanatlar alanında kaleme aldığı yazıları, kitap ve dergilerde yayımlandı. Yurt içinde kişisel fotoğraf sergileri açtı. Birçok ulusal/uluslararası karma sergi, bienal, sempozyum ve kongreye katıldı. 2021 yılında Doçent unvanını aldı.
“Tekinsiz Fotoğraf: Fotoğraf Sanatında Tekinsiz İmgeler Üzerine Bir İnceleme” ve “Portre Fotoğrafına ‘Yeniden’ Bakmak” adlı kitap çalışmaları yayımlanan Eren Görgülü, Kırklareli Üniversitesi’nde öğretim üyeliğine devam etmekte ve çalışmalarını sürdürmektedir.
Dijital teknolojilerin hızlı bir şekilde yaygınlaşmasıyla birlikte bireylerin günlük yaşamları sürekli olarak üretilen/tüketilen görseller ile çevrelenmiştir. Böylesi bir görsel yoğunluk ve görsel yığılma hem kişisel bellek hem de toplumsal bellek yapısını dönüştürmekte ve aşındırmaktadır. Dijital görüntü üretiminin çarpıcı bir biçimde değiştiği günümüzde Facebook, Instagram ve Snapchat gibi platformlara her gün milyonlarca fotoğraf yüklenmekte, yapay zekâ çağında sanal fotoğraflar artık her yerden fışkırmaktadır. Bu yoğun görsel akış, bireylerin her bir fotoğrafa ayırabileceği zamanı minimize ederek, fotoğrafların algılanma ve hatırlanma süreçlerini zorlaştırmaktadır.
Günümüz insanı, fotoğraf çekme eylemini yalnızca bir bellek nesnesi olarak değil, aynı zamanda iletişim aracı olarak konumlandırmakta ve fotoğrafın toplumsal bellekteki yerinden ziyade, onun anlık paylaşım değeriyle ilgilenmektedir. Dijital çağın getirdiği görüntü fazlalığı, bireylerin bellek süreçlerinde ve gerçeklik algısında, köklü değişimlere yol açmaktadır.
Görsel materyallerin aşırı üretimi ve tüketimi hatırlama süreçlerini dönüştürmekte, bireysel belleği zayıflatmakta ve unutmayı hızlandırmaktadır. Uçsuz bucaksız ve sürekli büyüyen/sonu getirilemez bir görsel birikimin birey üzerinde yarattığı gerilim ve dikkat dağınıklığı belleksizleşmeye ve gerçekliğin yitimine doğru ilerlemektedir.
Post fotoğraf bakış açısıyla kendi özgün belleğini ve gerçekliğini yitiren fotoğraflar, günümüzün hızla değişen görsel ekosisteminde, fotoğrafa bakma ve fotoğrafla iletişim kurma arasındaki ayrımı derinleştirerek, giderek belleksizleşen bir yapıya doğru evrilmektedir.
Post Fotoğraf, Bellek, Gerçeklik, Hatırlama, Unutma
Giriş
İnsanlık tarihi boyunca bellek ve hatırlama, bireysel ve kolektif kimliğin inşasında merkezi bir rol oynamıştır. Antik Yunan’dan günümüze kadar uzanan süreçte bu kavramlar, felsefi, edebi, dini, bilişsel ve teknolojik bağlamlarda sürekli olarak yeniden yorumlanmış ve farklı disiplinler aracılığıyla incelenmiştir. Keos'lu şair Simonides (MÖ 556-468) belleğin sistematik bir şekilde nasıl geliştirilebileceğine dair önemli fikirler ortaya koymuş, özellikle yerleşim yöntemi olarak bilinen hafıza tekniğiyle hatırlama sürecine katkıda bulunmuştur. Paul Ricoeur’e (2020:81) göre Simonides “Unutmaya karşı kahramanca bir başarı elde etmiştir.”. Simonides, bellek ve hatırlama arasındaki ilişkiyi mekânsal imgelerle destekleyerek hafızanın güçlendirilebileceğini öne sürmüş, bu yöntem daha sonraki dönemlerde retorik ve eğitim alanlarında geniş bir yankı uyandırmıştır. Frances A. Yates’e (2020:17) göre ise “Simonides’in hafıza sanatını icat etmesi […] görme duyusunun bütün duyular içinde en güçlüsü olduğunu keşfetmesine dayanmaktadır.”. Orta Çağ’dan Rönesans’a kadar belleğin sistematik kullanımına dair geliştirilen teknikler, hatırlamanın sadece bireysel bir yeti olmanın ötesinde, kültürel mirasın aktarımı açısından da kritik bir unsur olduğunu göstermektedir. Modern dönemde ise bilişsel bilimler ve nöropsikoloji alanındaki çalışmalar, belleğin biyolojik temellerine odaklanarak, hatırlama süreçlerini daha derinlemesine anlamayı mümkün kılmıştır. Bilgilerin fiziksel hafızadan dijital ortamlara taşınması, bireysel ve toplumsal hatırlama biçimlerini köklü bir şekilde değiştirmekte, “unutma” kavramını dahi yeniden tartışmaya açmaktadır. Günümüzde dijital teknolojilerin gelişimi ile birlikte, bellek ve hatırlama kavramları yeni bir dönüşüm sürecine girmiştir. Bunun yanı sıra, dijital bellek sistemleri bireylerin hatırlama pratiklerini dönüştürürken, hipergerçeklik olgusu bireylerin gerçeklik algısını değiştirerek, sanal ve manipüle edilmiş bir dünya algısının yaygınlaşmasına neden olmaktadır. Bellek ve gerçeklik arasındaki bu dönüşüm, görsel kültür ve medya çalışmalarının temel araştırma alanlarından biri haline gelmiştir. Bu süreçte, fotoğraf yalnızca bir arşiv veya hatırlama nesnesi olmaktan çıkıp, anlık etkileşim ve dolaşıma odaklanan bir medya pratiğine dönüşmüştür. Dijital görüntülerin yaratmış olduğu aşırı tüketimi, bireylerin hatırlama biçimlerini değiştirirken, aynı zamanda unutmayı hızlandıran bir etken haline gelmektedir (Van Dijck, 2007). Bu çalışmada, dijital çağda görüntü fazlalığının bellek ve gerçeklik algısı üzerindeki etkileri incelenecek ve bu bağlamda fotoğraf, görsel kültür ile bellek arasındaki ilişkiler ele alınacaktır.
Dijital Görselliğin Yaygınlaşması ve Görüntü Fazlalığı
Fotoğraf, video ve diğer görsel materyallerin dijital ortamda kolaylıkla üretilebilmesi ve paylaşılabilmesi, bireylerin görsel veriye maruz kalma miktarını artırmıştır. Özellikle sosyal medya platformlarında her gün milyarlarca fotoğraf ve video paylaşılarak, bireylerin maruz kaldığı görsel bilgi yoğunluğu sürekli olarak artmaktadır (Murray, 2008). Paul Connerton (2021)’a göre “İmge aktarımının kişisel deneyim ve ortak bellek arasındaki bağları zayıflatmasının diğer bir sebebi de imgelerin fazlalığıdır.” (s. 89). Connerton “Modernite Nasıl Unutturur” adlı kitabının ilerleyen sayfalarında bilişim teknolojilerinin “bellek” kavramını insan zihninin ötesine taşıyarak, kişisel belleğin bilişsel işlevlerini dönüştürdüğünü ve onun önceki bütünleştirici ve özümseyici kapasitesini kısıtladığına dikkat çekmektedir. Nitekim bireysel hafızanın, teknolojik araçlar tarafından dışsallaştırılması sonucunda, organik süreçlerden koparak daha parçalı ve dışa bağımlı bir yapıya evrilmeye başlayan süreç, yazara göre, “yakın geçmişi bile ‘gerçek’ olarak tasavvur edebilmeyi” (s. 137) gittikçe zorlaştırmaktadır. Görsel kültür çalışmaları içerisinde, imajların aşırı dolaşımı konusu oldukça önemli bir tartışma alanı oluşturmaktadır. Matthew Rampley, Geçmiş Şeyleri Hatırlamak adlı kitabında Aby Moritz Warburg ve Walter Benjamin’in görüşlerine atıfta bulunarak, imajların fazlasıyla dolaşıma girmesiyle bireysel imajın değersizleştiğini ve bunun da algısal bir körlüğe neden olduğunu belirtmektedir. Rampley’e (2023:35) göre, “Warburg ve Benjamin tarafından ifade edilen, imajların aşırı dolaşımının belirli, bireysel imajı değersizleştirerek bir tür algısal körlüğe neden olmakta” iken, Benjamin bir metalaşma sürecine vurgu yapmakta, Warburg ise biçimin anlamdan uzaklaşarak abartılması/şişirilmesi olarak tanımlamaktadır.
Günümüz dijital kültüründe Warburg ve Benjamin’in yaklaşımları daha da güncellik kazanmakta ve gerek sosyal medya platformlarında imajların hızlı ve yoğun paylaşımı gerekse engellenemez bir şekilde her yeri saran sanal fotoğraf anlayışıyla üretilen fotoğrafları anlamlandırmada teorik bir çerçeve sunmaktadır. İmajların aşırı dolaşımı, bir yandan bireysel imgelerin değerinin azalmasına sebep olurken diğer yandan da onları homojenleştirerek algısal olarak duyarsızlığa yol açmaktadır.
Görsellik ortamının dijitalleşerek çarpıcı bir şekilde hız kazandığı, görsel dünyanın işleyiş biçiminin değişime uğradığı ve gördüklerimizin ötesinde bir bağlantı noktasının hayat bulduğu çağdaş görsellik dünyası, hem gerçekliğin hem de bireysel ve toplumsal belleğin kaybolmasına neden olmaktadır. Nathan Jurgensen’e (2024:72) göre “Fotoğraf teknolojisi kullanıcı sayısını artırdıkça, fotoğraf nadir ve değerli bir varlık olmaktan çıkıp görsel hafızamızı işgal eden, sıradan bir hatıraya dönüşmektedir.”. Özellikle, akıllı iletişim araçlarının yaygınlaşması ve sosyal medya platformlarının görselliği teşvik eden ilgi çekici yapıları, bireyleri sürekli olarak fotoğraf çekmeye, paylaşmaya, dolaşıma sokmaya ve tüketmeye yönlendirmektedir. Nitekim fotoğrafın nadir ve değerli bir belge olma özelliğini kaybetmesine neden olan bu durum, dijital arşivlerimizi çabucak dolduran, geçmiş ile kurduğumuz nostaljik ilişkiyi hızlandıran ve oldukça sıradanlaştıran bir akışa dönüşmektedir. Daha önceden var olanın temsiline anlamlı bir karşılama anı sunan fotoğraflar, artık bu var olmanın ötesinde bir şeyler üretmektedir. Michael Peter Schofield’a (2024:704)’e göre “Ortamın doğuşundan bu yana çok tutarlı bir rol gibi görünse de fotoğrafçılık, görünüşte ölmüş ve tuhaf, yeni konfigürasyonlarda yeniden dirilmiştir”. Fotoğrafın gelişen teknolojilerle değişen yapısı ve fotoğrafın oynamaya devam ettiği kilit rolde, sanallık ve dijitallik konusu sıklıkla tartışılan bir konu haline gelmiştir.
Dünyaya ilişkin bakışımızı François Soulages’in de belirttiği üzere, “sonu getirilemez” bir yapıya sahip olan fotoğraflar, artık, görüntü fazlalığına ve görsel doygunluğa ulaşmış, yalnızca geçmişi hatırlatan bir araç olmaktan çıkmış, anlık üretilen ve hızla üretilip hızla unutulan bir veri akışı içerisinde değişime uğramıştır. Dolayısıyla böylesi bir ortamda hem gerçekliğin hem de görsel hafızanın nasıl şekilleneceği üzerine yeniden düşünmek gerekmektedir.
Fotoğrafın aşırı üretimi ve dolaşıma sokulması bireylerin anı biriktirme pratiklerini etkili bir şekilde değiştirdiği gibi, hatırlama biçimlerini de dönüştürmüştür. İmajların sayısız kez çoğaltılabildiği, paylaşılabildiği ve tüketilebildiği bu çağda, her anın belgelenmesi gerektiğine dair üzerinde bir baskı hisseden günümüz insanı, ironik bir şekilde ürettiği bu imgelerin birçoğunu zaman içinde unutmakta ve neredeyse hiç hatırlayamamaktadır. Dijitalleşmenin sonucunda yaşanan yoğun görsel üretim ve tüketimi bireysel belleği dışsallaştırarak, hatırlama süreçlerini teknolojiye bağımlı hale getirmekte ve bireysel belleği zayıflatmaktadır. Doğal hatırlama sürecinin giderek kaybolmaya başlaması ve ortaya çıkan yeni bellek durumu Andrew Hoskins’in (2001:334) de belirttiği üzere “Yeni bellek, giderek daha fazla tartışılan bir bellektir.”. Yanı sıra, hipergerçeklik olgusu, bireylerin belleğinin bir yansıması olan geçmiş algısını da değiştirerek, gerçekliğin ortadan kaybolmasına yol açmaktadır.
Gerçekliğin ve Belleğin Yitimi
Gerçeklik, insanların deneyimlerine ve algılarına dayalı olarak farklı şekillerde tanımlanabilmektedir. Var olan şeylerin bir toplamı ve bu şeylerin aynı zamanda nasıl algılandığıyla ilgili olarak gerçeklik kavramı felsefede, bilimde, sanatta ve gündelik hayatta farklı bağlamlarda ele alınmaktadır. Gerçeklik kavramı algısal, epistemolojik, sanatsal, sosyal/kültürel ve sanal/dijital gerçeklik gibi farklı ve geniş açılardan incelenmektedir.
Teknolojik gelişmelerin etkisiyle ve görsel kültürün hızla dönüşmesiyle birlikte fotoğrafların gerçeklikle olan ilişkisi, köklü bir biçimde, değişime uğramıştır. Yaşadığımız dijital çağda manipülasyon teknikleri ve yapay zekâ destekli görsel üretim biçimleri, imgelerin referans aldığı fiziksel gerçeklik ile arasındaki bağı zayıflatmış ve kimi zaman da koparmıştır. Jean Baudrillard’ın hipergerçeklik kavramı çerçevesinde ele alındığında, imajların, yalnızca gerçekliğin bir temsili olmaktan çıkmaları ve kendi başlarına yeni bir gerçeklik yaratmaları sıklıkla başvurulan bir kaynak olmuştur. Kevin Robins, zaman içerisinde değişime uğrayan gerçeklik tanımının gerçeğe olan bakış açışımızı değiştireceğinden bahseder. “Benzetilmiş ve vekaleten işleyen bu gerçekliğin yaratılmasıyla eski gerçekliklerle ilgili düşüncelerimizin, hatta bağlılığımızın tamamen biçim değiştirebileceği söyleniyor.” (Robins, 2020:80). Baudrillard’a (2013:19) göre, “İmajların işlevi gerçekliği yansıtmaktan gerçekliği gizlemeye, gerçekliğin yokluğunu izlemeye, nihayet gerçeklikle hiçbir ilişkisi olmamaya doğru değişmiştir.”. Kim Toffoletti’ye göre ise Baudrillard’ın simülakr ve hipergerçeklik kavramları imajların nasıl çalıştığı hakkında bizlere ipuçları vermektedir; “Bugün kendimizi bulduğumuz simülasyon ve sanallıkla belirlenen dünyaya bizi taşıyan ‘temsil’ ve ‘gerçeklik’ arasındaki değişen ilişki hakkında yardımcı olabilir.” (Toffoletti, 2020:24). Toffoletti, aynı zamanda, Baudrillard’ın “simülakr düzeni”nden bahsederek simülasyon ve hipergerçeklik kavramlarının üçüncü simülakr düzeni içerisinde yer aldığına değinmektedir. Dolayısıyla fotoğrafın ontolojik olarak gerçek bir temel referansa sahip olup olmadığını belirlemek, artık neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Baudrillard’a göre “bu evren ‘binaire’ 0/1 (ikili yapı) bir sayısal işlem evrenine” dönüşmektedir (Baudrillard, 2019:67). Dijitalleşme ile imajların hiç görülmemiş bir şekilde çoğalması ve yayılması aynı zamanda hatırlama pratiklerini dönüştürmüş, hipergerçeklik olgusu da bireylerin gerçeklik algısını değiştirmiştir. Bellek ve gerçeklik arasındaki bu dönüşüm, kültür ve medya çalışmalarının temel araştırma alanlarından birisi haline gelmiştir.
Gerçekliğin ve belleğin yitimini anlamlandırmak sadece teknolojik ilerlemelerin değil aynı zamanda, fotoğraf sonrası dinamiklerin de analiz edilmesini gerektirmektedir. Çağımızın hızla değişen görsel kültür ortamında, bu fotoğraf sonrasını tanımlayan post-fotoğraf kavramı, fotoğrafın, geleneksel bellek işlevlerinden uzaklaşarak anlık bir iletişim aracına dönüşmesini ifade eder (Fontcuberta, 2015). Fotoğrafların birer arşiv veya hatırlama nesnesi olmaktan çıkarak, anlık etkileşim ve hızlı tüketim araçlarına evrilmesi, bireylerin bellek süreçlerini de dönüştürmektedir (Zylinska, 2017). Yanı sıra, yapay zekâ destekli görseller, filtreler ve dijital manipülasyon teknikleri, bireylerin gerçeklik algısını kökten değiştirmekte ve bireylerin gördükleri ile yaşadıkları arasındaki sınırları belirsiz hale getirmektedir (Manovich, 2002). Fotoğraf ve görselliğin hipergerçeklik üretimi için bir araç haline gelmesi, bireylerin bellek süreçleriyle birlikte gerçeklik algısını da dönüştürmektedir. Zamanın izlerini taşıyan bir gerçekliğin yok olup gittiği bu iki katmanlı yapıda, artık belleğe ait izler de silinmektedir.
Sonuç
Gerçekliğe dair izlerin endişe verici bir şekilde eksik olduğu günümüz fotoğraflarında, bu eksikliğin yaratmış olduğu bir bellek yitiminden de bahsetmek mümkündür. Dijital çağın bizlere sunmuş olduğu olanaklar, gerçeklik ve bellek arasındaki sıkı ilişkinin değişmesine yol açarak hem toplumsal, hem kültürel hem de bireysel düzeyde, belleksiz bir algı biçimi ortaya çıkartmaktadır. Gerçeklik ve bellek yitimi, birbirine paralel işleyen ancak farklı dinamiklere sahip iki süreç olarak kavrandığında, gerçeklik yitimi, hipergerçekliğin etkisiyle simüle edilmiş görüntülerin fiziksel dünyayla olan bağlarını koparması, temsillerin gerçekliğin yerini alması ve bireyin hakikat ile kurduğu ilişkinin yapay olarak yeniden inşa edilmesi sürecine katkı sağlamaktadır. Bellek yitimi ise toplumların ve bireylerin geçmişle kurduğu ilişkinin zayıflamasına, hatırlama pratiklerinin git gide dijital arşive devredilmesine ve sürekli artmaya devam eden görsel enflasyonun unutmanın hızlandırılmasına teşvik etmektedir. Gerçeklik yitimi ve bellek yitimi arasındaki temel ayrışım; belleğin yitim sürecinin daha çok bireysel ve kolektif hatırlama mekanizmalarının zayıflamasıyla bağlantılıyken, gerçeklik yitimi ise daha çok bilişsel, algısal ve duyusal düzeyde, fiziksel dünyadan bir kopuş şeklindedir. Nitekim, bu iki süreç birbirinden bağımsız değildir ve dijital ortamda sürekli olarak üretilen, dolaşıma sokulan ve tüketilen görsellerin önlenemez aşırı yoğunluğu, hem unutmayı hızlandırmakta hem de gerçekliği temsil eden imajların anlamını yitirmesine neden olmaktadır. Gerçeklik ve bellek yitimi bir yandan hatırlama ve unutma arasındaki sınırları belirsizleştirirken diğer yandan yapay gerçekliklerle bireylerin zihnini kalıcı olarak meşgul etmektedir. Fotoğrafik görüntü üretme biçimi üzerine yapılan araştırmalarda, güncel verilere göre, dünya üzerinde çekilen ve depolanan fotoğraf sayısında, 2025’te daha önceki yıllara göre bir artış olacağı ve 2029’a kadar da sabit bir doğrusal oranda artmaya devam edeceği öngörülmektedir. Üretilen bu fotoğrafların çoğunun akıllı iletişim cihazları tarafından gerçekleştirileceği düşünüldüğünde, bu yıl içerisinde geçen yıla oranla %6’lık bir artış ile dünya çapında, yaklaşık 1,9 trilyon fotoğraf çekileceği hesaplanmaktadır.
Sonuç olarak, medya teknolojilerinin ve dijitalleşmenin hızlı gelişimi gerçeklik ve bellek algısının dönüşümünü kaçınılmaz bir hale getirmektedir. Dijital medya pratikleri ve görsel enflasyon, bireylerin geçmişle ve gerçeklikle kurmuş oldukları bağları sarsıcı bir şekilde değiştirerek, belleğin ve gerçekliğin anlamını değiştirmektedir.
Günümüz görsel kültürü çerçevesinden bakıldığında, gerçeklik ve bellek kavramlarını yeniden düşünmek, teknolojik gelişmelerin insan algısı üzerindeki etkilerini sorgulamak ve ortaya çıkan dönüşümün sosyal, kültürel, sanatsal, toplumsal ve bireysel sonuçlarını analiz etmek, görsel çalışmalar açısından, oldukça kritik bir gereklilik haline gelmektedir.
With the rapid spread of digital technologies, individuals’ daily lives have become constantly surrounded by produced and consumed images. This intense visual density and accumulation not only transform but also gradually erode both personal and collective memory structures. In today’s world, where digital image production has undergone dramatic changes, millions of photos are uploaded every day to platforms such as Facebook, Instagram, and Snapchat. In the age of artificial intelligence, virtual images are proliferating from all directions, saturating the visual landscape. This overwhelming visual flow reduces the time individuals can devote to each photo, making the processes of perceiving and remembering individual images increasingly difficult. Today, people regard the act of taking photos not only as a way to preserve memories but also as a means of communication. As a result, they tend to focus more on the immediate value of sharing these photos rather than their long-term role in social memory.
The excess of images brought about by the digital age leads to radical changes in individuals’ memory processes and their perception of reality. The excessive production and consumption of visual materials fundamentally alters the processes of remembering, weakens individual memory, and accelerates the process of forgetting. The tension and distraction caused by an endless and ever-growing/never ending visual accumulation push individuals towards a state of amnesia and a loss of reality. From a post-photography perspective, photographs that have lost their unique sense of memory and reality are evolving into memoryless objects. In today’s rapidly shifting visual ecosystem, this process deepens the distinction between merely looking at a photograph and actively engaging with it.
Post-Photography, Memory, Reality, Remembering, Forgetting
Akademisyen, Araştırmacı / Academician, Researcher
Dr.; Öğretim Görevlisi; Zonguldak, Bülent Ecevit Üniversitesi, İletişim Fakültesi; gulaycr@gmail.com
Türkiye
Gülay Acar Göktepe, 1984 Ankara doğumlu. İlk ve orta öğrenimini Ankara’da tamamladı. Anadolu Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden 2007, Basın ve Yayın Bölümü’nden 2008 yılında mezun oldu. 2017 yılında, Hacettepe Üniversitesi, İletişim Bilimleri Anabilim Dalı’nda, “Modern Aile Tarihinde Fotoğraf ve Anlatı İzinde: Ailedeki Ulus ve Evlatlıkları”; 2019 yılında, Ankara Üniversitesi, Sosyoloji Anabilim Dalı’nda “Ezoterik Toplulukların Sosyolojisi: Masonlar Üzerine Bir İnceleme” başlıklı, yüksek lisans tezlerini tamamladı. Araştırma görevlisi olduğu Hacettepe Üniversitesi, İletişim Bilimleri Anabilim Dalı’nda, “Modern Bir Toplumsal Tip: Koleksiyoncu Üzerine Bir Alan Araştırması” başlıklı teziyle doktorasını aldı.
Zonguldak, Bülent Ecevit Üniversitesi, İletişim Fakültesi’nde öğretim elemanıdır. Modernite ve Türkiye modernleşmesi, ezoterik öğreti ve topluluklar, bellek çalışmaları, görsel ve maddi kültür çalışmaları akademik ilgi alanlarıdır.
Fotoğraf, icadından bu yana gerçekliği olduğu gibi kaydeden ve böylece belge niteliği taşıyan bir araç olarak kabul edilmiştir. Ancak, hem teknik müdahaleler (kadraj, ışık, renk düzenlemeleri vb.) hem de dijital çağdaki manipülasyon ve reel yaşamda maddi olmayan bir görüntünün yaratılma olanakları (photoshop, Yapay Zekâ destekli üretimler) ile görüntü ve gerçeklik ilişkisi karmaşıklaşmış, fotoğrafın gerçekliği temsil etme kapasitesi daha çok sorgulanır hâle gelmiştir. Bu bildiride görüntü ve gerçeklik ilişkisi, fotografik görüntü üzerinden tartışmaya açılırken, fotoğraf, sosyolojik metodolojide bir araç olarak ele alınmaktadır. Fotoğraf, tüm teknik ve dijital müdahalelere rağmen, hâlâ toplumsal gerçekliği anlamak için güvenilir bir araç olmaya devam edebilir mi? Bildiride bu soruya odaklanarak, fotoğrafın sosyolojik çalışmalarda kullanım biçimlerine değinilerek, bu biçimlerin gerçeklikle ilişkisi sorgulanmaktadır.
Fotoğrafın sosyolojik kullanım biçimleri, tartışmada iki temel kategori altında yapılandırılmıştır: mevcut fotoğrafın kullanımı ve fotoğrafın üretilmesi. Her iki durumda da, fotografik görüntüye ne kadar müdahale edilmiş olursa olsun, sosyolojik araştırmalarda fotoğraf, gerçekliği sunduğu varsayımıyla değerlendirilir. Çünkü sosyoloji, daha genel olarak bilimsel bakış açısı, gerçekliğe ulaşma hedefinden vazgeçemez; bu, bilimin varlık nedenidir. Bu bağlamda, fotoğrafın gerçekliği, onun teknik özelliklerini de içeren anlamı üzerinden şekillenir. Fotoğrafın anlamı, bireysel ve toplumsal bir takım unsurların kesiştiği kavşakta açığa çıkar. Fotoğraf, her ne kadar manipüle edilmiş olsa da, onu üreten bireysel ve toplumsal; bakış açısının, zihniyetin, bilinçdışının gerçekliğini, görünen kadar görünmeyeni de taşır. Burada önemli olan, bir fotoğrafta ya da fotoğrafla görünen sosyal bir sorunu tespit etmekten ziyade, fotoğrafa bilimsel bir soruyla, sosyolojik bir problem çerçevesinde yaklaşabilmektir.
Görüntü, Fotoğraf, Gerçeklik, Sosyoloji
Photography has been considered a tool that records reality as it is and thus has documentary value since its invention. However, with both technical interventions (framing, light, color arrangements, etc.) and manipulation in the digital age and the possibilities of creating an image that is not material in real life (Photoshop, artificial intelligence-supported productions), the relationship between image and reality has become complex, and the capacity of photography to represent reality has become more questionable. In this paper, the relationship between image and reality is discussed through the photographic image, and photography is considered as a tool in sociological methodology. Despite all the technical and digital interventions, can photography still remain a reliable tool for understanding social reality? Focusing on this question, the paper addresses the ways in which photography is used in sociological studies and questions the relationship between these ways and reality.
The sociological uses of photography are structured in the discussion under two main categories: the use of existing photography and the production of photography. In both cases, whether the photographic image has been manipulated or not, in sociological research the photograph is evaluated with the assumption that it presents reality. Because sociology, and more generally the scientific perspective, cannot give up the goal of reaching reality; this is the raison d'être of science. The reality of photography is shaped by its meaning, which includes its technical characteristics. The meaning of photography is revealed at the intersection of individual and social elements. Photography, no matter how manipulated, conveys the reality of the individual and social perspective, mentality and unconscious that produces it, the invisible as well as the visible. The important thing is to approach a photograph with a scientific question, within the framework of a sociological problematic, rather than identifying a social problem that is visible in or through a photograph.
Image, Photography, Reality, Sociology
Akademisyen, Yazar / Academician, Writer
TÜRKİYE
onurtatar84@gmail.com
1984 Yılında, Çanakkale’de doğan Onur Tatar, 2008 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi (DEÜ), Güzel Sanatlar Fakültesi, Fotoğraf Bölümü’nden mezun oldu. 2012 Yılında, DEÜ, Güzel Sanatlar Enstitüsü, Fotoğraf Anasanat Dalı’ndan mezun oldu. Öğrenciliği döneminde, Atlas Dergisi'nde foto muhabirlik yapıp çeşitli konularda foto röportajlar hazırladı. Tatar, Ege Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Radyo - Televizyon ve Sinema Doktora Programı’ndan “Fotoğraf Sanatında Hipermetin ve Değişen Estetik Anlayışı” adlı teziyle 2018 yılında mezun oldu. Görüntü yönetmenliği ve kurgu alanında çeşitli çalışmalarda yer alan Tatar, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, İletişim Fakültesi, Gazetecilik Bölümü’nde, Doçent olarak akademik çalışmalarına devam etmektedir. Tatar’ın çalışmaları, ulusal ve uluslararası boyutta kişisel ve karma sergilerde yer almıştır.
A. G. Baumgarten tarafından, 18. yüzyılda, felsefenin bir dalı olarak kuramsallaşan estetik, en temel düzeyiyle epistemenin bir sorunsalıdır. Bu yönüyle, estetik obje yani sanat yapıtı, özellikle postyapısal teori bağlamında, bir metin biçimi olarak ele alınmaktadır. Temelinde bilme eyleminin yattığı metin; öznenin, zamansal ve mekânsal deneyimlerinden yola çıkarak ve mediumdan faydalanarak yarattığı bir ifade biçimidir. Öznel deneyimler olan zaman ve mekân kavrayışı, teknolojik değişiklikler temelinde, değişikliğe uğramakta, öznenin gerçeklik deneyimlerini de derinden etkilemektedir. Böylesine bir devingenlik içinde de estetiğin, dönemsel olarak değişen bir anlayış haline gelmesi olağandır.
Modernizm’in yaratıcı dehasından, postmodern şizofreniye… Zaman, mekân, özne, gerçeklik ve ürettiği metin biçimleri…
Bir ifade biçimi olarak fotoğraf, kuşkusuz ki bir metindir. Ve bu metin; Postmodernizm sonrasında, dijital teknolojilerin yükselişe geçtiği, dijimodern dönemde, yeni estetik biçimlere kavuşmuştur. Diğer bir deyişle, Web 2.0’ın ya da hipermetinin gündelik yaşantıya sirayet etmesi, öznenin ifade biçimlerini etkileyerek, fotoğrafın, yeni bir estetik çehreye bürünmesini sağlamıştır. Bu dönem içerisinde, Yapay Zekâ teknolojisinin gelişerek yaygınlaşması da zaman ve mekân kavrayışını, özneyi, öznenin gerçeklik algısını ve dolayısıyla fotoğrafın estetik biçimini, ontolojik bir çıkmaza sürüklemektedir.
Estetik, Episteme, Gerçeklik, Zaman, Mekan, Özne, Yapay Zekâ
Aesthetics, theorized as a branch of philosophy by A. G. Baumgarten in the 18th century, is at its most basic level a problematic of episteme. In this respect, the aesthetic object, the work of art, is treated as a form of text, especially in the context of poststructural theory. The text, which is based on the act of knowing, is a form of expression created by the subject based on his/her temporal and spatial experiences and utilizing the medium. The comprehension of time and space, which are subjective experiences, undergoes changes on the basis of technological changes, profoundly affecting the subject's experience of reality. In such a dynamic environment, it is usual for aesthetics to become a periodically changing understanding.
From the creative genius of modernism to postmodern schizophrenia… Time, space, subject, reality and the textual forms it produces…
Photography as a form of expression is undoubtedly a text. And this text has acquired new aesthetic forms in the post-postmodern, digimodern period, when digital technologies have been on the rise. In other words, the penetration of Web 2.0 or hypertext into everyday life has affected the subject's forms of expression and enabled photography to take on a new aesthetic face. In this period, the development and widespread use of artificial intelligence technology has led the understanding of time and space, the subject, the subject's perception of reality, and thus the aesthetic form of photography to an ontological impasse.
Aesthetics, Episteme, Reality, Time, Space, Subject, Artificial Intelligence
Fotoğraf Sanatçısı / Photographer
alisaltan@gmail.com
TÜRKİYE
1982 yılında doğdu. Özellikle siyasi ve kültürel coğrafya, alt kültürler, kentsel bellek, rant ve mutenalaştırma bağlamında sınır, kimlik ve göçle ilgili konularla ilgilenmektedir.
Tarihsel serüveni içinde, fotoğrafın gerçeği temsil eden biricik medyum oluşu ile çerçevelenmiş bir anlatıya dönüşümü arasında, fotoğraf, gerçeklik ve bir anlatıcı olarak fotoğrafçının halihazırda imgeler dünyası/rejimi ile olan ilişkisi üzerine neler söylenebilir?
Fotoğraf, Gerçeklik, İmge.
What can be said about the relationship between photography as the only medium representing reality and its transformation into a framed narrative, between photography, reality and the photographer as a narrator in relation to the current world/regime of images?
Photography, Reality, Image.
Born in 1982. Particularly interested in the study of issues related to border, identity and immigration in the context of political and cultural geography, subcultures, urban memory, surplus and gentrification.
Sanatçı, Yazar, Akademisyen / Artist, Writer, Academician
TÜRKİYE
www.orhancemcetin.com
gmail@orhancemcetin.com
1960 Yılında, İstanbul'da doğdu. Fotoğraf alanında kendisini yetiştirdi. Boğaziçi Üniversitesi, Psikoloji Bölümü'nde lisans; İstanbul Bilgi Üniversitesi, Görsel İletişim Tasarımı Bölümü'nde yüksek lisans derecelerini tamamladı. İstanbul’da yaşıyor ve çalışıyor.
İlk kişisel sergisi olan Tanıdık Şeyler (1988), alternatif fotoğraf yaklaşımı ile dikkat çekti. O tarihten bu yana, çok sayıda kişisel proje gerçekleştirdi; farklı disiplinlerden sanatçılar ile birlikte, çok sayıda, ortak projede yer aldı. Eserleri, çeşitli kurumsal ve kişisel koleksiyonlara dahil edilmiştir.
Orhan Cem Çetin sergi, gösteri ve performanslarında, kavramsal ve disiplinler arası tutumu ile tanınmakta; denemeleri ve fotoğraf kültürüne dair metinleri çeşitli basılı ve çevrimiçi dergilerde, kitap bölümlerinde yer almaktadır.
Sanat çalışmalarının yanı sıra, hayatını, tanıtım ve kültür fotoğrafçılığı; editoryal fotoğrafçılık; fotoğraf teknikleri/teknolojisi alanında, danışmanlık, editörlük, fotoğraf eğitmenliği ve çevirmenlik yaparak kazanmaktadır. Halen Bahçeşehir Üniversitesi ve Koç Üniversitesi eğitmen kadrosundadır.
Kitapları:
Bedava Gergedan (2004, 2018)
TutKeep (2018)
Sanat hakkında günlerce konuşabiliriz.
Gerçek, hakikat, gerçeklik hakkında haftalarca konuşabiliriz. Konuşmuşuzdur da. Fakat bu ikisini, gerçeği ve sanatı ilişkilendirerek konuşmak yıllarımızı alabilir. Zira, Frank Zappa’nın müzik için sarf ettiği ünlü sözünü uyarlayarak “Sanat hakkında yazmak, mimarlık hakkında dans etmeye benzer.”
Gerçekler. Gerçek. Herkesçe malum olan. Gözlenen, işte orada karşımızda duran, hayalden, rüyadan kolaylıkla ayırt edebildiğimiz gerçeklik.
Ama, bu kadar bariz, bu kadar göz önünde ve alelade olan bir şeyin mi peşindeyiz biz? Neredeyse bütün insanlık seferber olmuş, büyük bir sırmış gibi gerçeği tanımlama ve izah etme peşinde.
Bir olguyu tanımladığımızda, onu, aynı zamanda izah da etmiş olur muyuz?
Hayır olmayız. Zira, izahın içinde başka bir şey var. Tanımlamada olmayan bir şey: Nedensellik.
Hakikat hakkındaki çatışma işte burada ortaya çıkıyor.
İnsanın türleştikten ve çevresini idrak etmeye başladıktan sonra gözlediği doğa olayları, bugüne dek, hiç değişmedi. Gündüz ve gece vardır. Gece gökyüzünde çok sayıda ışık noktaları vardır ve bunlar belli bir düzenle, eş merkezli daireler biçiminde rotalar izleyerek yavaşça dönerler; taşı suya atınca batar; canlılar ölümlüdür vs. … Bu örnekleri zihninizde çoğaltın.
O günlerden bugüne, gözlemde, yani somut verilerde herhangi bir değişiklik olmadı. Tabii ki, sadece çıplak gözle gözlenebilecek olayları kastediyorum. Gözlem değişmezken, onbinlerce yıl içinde değişen, bu gözlemlere atfettiğimiz nedenselliktir.
O halde -artık ona “hakikat” diyelim- hakikate ulaşmaya çabalarken, biz, aslında görülenin yani çıplak gerçeğin arkasındaki süreci, onu var edeni, bu varoluşun içindeki tutarlılığı, düzeni, yani nedenselliği bulmak peşindeyiz. Bu o kadar da kolay değil, ne yazık ki!
Öncelikle zamansal sorun var karşımızda. Biz, bir hakikat arayışına girdiğimiz anda, ister istemez geçmişe, yani olmayana bakıyor oluyoruz.
Gerçek, Gerçeklik, Nedensellik.
We can talk about art for days.
We can talk about reality, truth and what is real for weeks. And we've probably done this. However, it could take years to talk about these two: reality and art in relation with each other. Because -adapting Frank Zappa's famous quote about music- "Writing about art is like dancing about architecture.".
Facts. Reality. The obvious and well known. Readily observed, standing right there in front of us with all its realness, easily distinguish from a dream or imagination.
But are we after something so obvious, so blatant and so mundane? Almost all of humanity is trying to describe and explain reality as if it is a huge secret.
When we describe a phenomenon, do we also explain it?
No, we don't. Because there is something else in explanation which does not exist in definition: Causality.
This is where the conflict about truth arises.
The natural phenomena that humanity, since its beginning, has observed and began to comprehend in the environment have never changed until today. There is day and night. There are many points of light in the night sky, and they rotate slowly in a certain order, following paths in the form of concentric circles. When a stone is thrown into the water, it sinks; living things are mortal, etc. You may add many other examples in your mind.
Since then, there has been no change in the observation, the solid data. Of course, I mean only those phenomena that can be observed with the naked eye. While the observation does not change, what changes over tens of thousands of years is the causality we attribute to these observations.
Therefore, while we are trying to reveal reality – or let's call it "truth" – we are actually trying to find out the process behind what is seen as the naked truth, what brings it into being, the coherence and order in this existence, in other words, the causality. Unfortunately, this is not an easy task.
First of all, there is the temporal problem. As soon as we embark on a search for truth, we inevitably look at the past, which means something that does not exist anymore.
Reality, Truth, Causality.